Bilimar

Hakkımızda

Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi (Bilimar), Türkiye’nin karşılaştığı; siyasi, sosyal, ekonomik Devamı...

HİZMETLERİMİZ

Günlük siyasi ve sosyal gelişmelerin yanı sıra orta ve uzun vadeli yaklaşım gerektiren konularla ilgili kapsamlı Devamı...

VİZYON

Türk bilim hayatına özellikle sosyal bilimler alanında katkıda bulunmak, Türkiye'nin bilimsel çalışmalarda Devamı...

HEDEFLER

1 Haziran 2012 yılında kurulan merkezin ağırlıklı olarak hedefi; uygulanan ya da uygulanması gereken Devamı...

AKP- CEMAAT KAVGASI- SİYASAL İSLAM’IN SONU MU GELİYOR?

 

Giray ERGİN

03.01.2014

7 Şubat 2012 tarihinde MİT görevlilerinin yargı tarafından soruşturulmasıyla başlayan, geçtiğimiz aylarda dershane tartışmasıyla alevlenen ve 17 Aralık tarihli yolsuzluk soruşturmasıyla zirveye çıkan AKP ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilim Türkiye’deki iktidar mücadelesinin artık hangi noktalara geldiğini göstermesi bakımından önemli bir içeriğe sahip.

 

 

2002 yılında iktidara gelen AKP 11 yıllık iktidarı süresince hayatta kalabilmek ve bunu sağladıktan sonra da güç konsolidasyonunu sağlama alabilmek için önemli bir mücadelede bulunmuş, bunu yaparken de ağırlıklı olarak Gülen cemaatinin desteğini almıştı. Darbe teşebbüslerinin akamete uğratılması, kapatma davasının müeyyidesinden kıl payı kurtulma, yargıda köklü anayasa değişikliklerini içeren 2010 referandumu, askeri vesayetin geriletildiği Ergenekon ve Balyoz davaları bu büyük işbirliğinin önemli örnekleri arasında gösterilebilir. Bütün bu aşamalar AKP iktidarının yerini sağlamlaştırmış, peş peşe gelen seçim zaferleri de bunu pekiştirmiştir.

Ancak her iktidar mücadelesinde olduğu gibi hakim olan güç bir şekilde kendi muhalefetini de oluşturmaktadır. Siyasal anlamda muhalefetin yetersiz kalmasının toplumsal muhalefeti tetiklemesine ilk Gezi olaylarında şahit olmuştuk. Güç konsolidasyonunu önemli ölçüde kendi elinde tutan AKP bu muhalefetle sarsılmış ve bununla mücadeleyi Başbakanın şahsında bir tür kutuplaştırma siyaseti yaparak yürütmeyi tercih etmişti. Benzer bir stratejiyi son yolsuzluk soruşturmasında uygulayan başbakan, bu sefer cemaati hedef tahtasına oturttu ve yaklaşan seçimleri de dikkate alarak bir tür meydan siyasetiyle bu mücadeleyi pekiştirdi.

Peki nedir bu mücadelenin sebebi? Benzer eksenlerde yer alan, ortak hassasiyetlere sahip bir dini hareketle siyasi bir parti neden hazır güç onların elindeyken, böyle yoğun bir çatışmanın içerisine girer. Cevabı bir üstteki paragrafta açık. İktidar mücadelesi. Lakin iktidar mücadelesi konusuna girmeden önce bu iki akıma tarihi bir perspektiften bakalım.

AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketi ağırlıklı olarak Nakşibendi hareketine mensuptu. Muhammed Bahaddin Nakşibend tarafından kurulan bu akım din siyaset ilişkisine sıcak bakmakla birlikte bunun demokratik yollarla olması gerektiğini düşünen, bu nedenle devrimci karakteri olmayan bir niteliğe sahipti. Nakşibendiliğin bir kolu olan Nurculuk ve onun Türkiye’deki önemli unsurlarından biri olan Gülen hareketi ise dine ağırlıklı olarak siyasal değil de sosyal düzlemde bakan, eğitim ve kültür ilişkileriyle dini söylemi bağdaştıran bir yol tarzı izliyordu. Din ve siyaset ilişkisine bakıştaki bu fark uzun yıllar boyunca iki hareketin birbirlerine mesafeli yaklaşmalarına neden olmuştu. Tabii bunda Gülen hareketinin Türkiye’nin dinamik bürokratik unsurlarının tepkisini çekmemek ve rejimle uyumlu bir biçimde hareket etmek anlayışı da etkili olmuştu. 12 Eylül ile beraber komünizmle mücadelenin esas alınması, bu mücadeleyi desteklemek için Türk İslam sentezi anlayışının öne çıkarılması da Gülen cemaatinin hareket alanını genişletmiş, yurt dışında kurulmasını sağladığı okulların bizzat devlet tarafından desteklenmesi, üstelik bu desteğin Bülent Ecevit gibi sol cenahtan gelme bir siyasetçiyi de içine alması nedeniyle toplum ve devlet katmanlarında daha kabul gören bir konuma gelmelerine neden olmuştu.

Gülen cemaatinin devlet sathında kabulü önemli bir eksiği içeriyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni. Cumhuriyetin kuruluşundan beri Türk siyasetinde etkinliği olan, 1961 anayasasıyla beraber bu etkinliği yasal bir zemin kazanan ordu, her ne kadar 12 Eylül hareketinin belli bir tolerans gösterdiği dönem mevcut olsa da dini temelli bu hareketten endişe ediyordu. Cumhuriyetin temel niteliklerinden biri olan laiklik konusunda oldukça hassas olan bu kurum, cemaatin etkin bir biçimde faaliyet göstermeye başladığı yetmişli yıllardan bu yana sivil ve askeri bürokraside gücünü artırmasını gittikçe tehlikeli görüyordu. Şura kararlarıyla bazı muvazzafların ordudan ihraç edilmesi bu anlayışın önemli bir yansımasıydı kuşkusuz. 28 Şubat süreciyle beraber ordunun hem dönemin iktidarı Refah- Doğruyol koalisyonuna hem de Gülen hareketine yönelik endişeli yaklaşımı artarak devam etti. Devlet nezdinde bir sıkıntıya girmekten endişe eden Gülen askerin bu manevrası karşısında daha alttan alan pozisyonunu devam ettirdi ve bu pozisyon Refah-Yol koalisyonunu yalnız bırakmaya kadar gitti.

Milli Görüşle, Gülen hareketi arasındaki ihtilaf ve güvensizlik 28 Şubat süreciyle beraber daha bir su yüzüne çıksa da çok değil beş sene sonra bu, yerini muazzam bir ittifaka bırakacaktı.

2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan bu ittifakın oluşumunda dış dengeleri de burada zikretmeden geçemeyiz. Özellikle 2000 yılının Kasım ayında seçilen Bush’un 2001 Ocak ayında göreve başlamasını. Neo-conlar diye tabir edilen Bush ve arkadaşları enerji hatları üzerinde Amerikan çıkarlarının korunmasına yönelik yeni stratejiler geliştirmişlerdi. 11 Eylül 2001 saldırıları onların bu stratejileri uygulamaları için gereken fırsatı onlara bir altın tepsi üzerinde sundu. El- Kaide temelli İslami terörün ortadan kaldırılması için, merkezleri olan Afganistan hedef seçildi. Böylelikle aynı zamanda Orta Asya’nın içlerine nüfuz etme ve Rusya ile Çin’i bölgede dengeleme imkanı bulan ABD, Ukrayna ve Gürcistan’daki renkli devrimlerle bunu daha da güçlendirdi. Ortadoğu’daki stratejisini ise Irak’ın işgaliyle gerçekleştirme yoluna girdi. Aslında ABD’nin hedefi basitti. Orta Asya ve Kafkasya bölgesinde demokratikleşmeyi destekleyerek Rusya’nın hareket alanını daraltmak, Ortadoğu bölgesinde ise radikal İslamcı tehlikeyi hedef seçerek hem kendi hem de İsrail’in çıkarlarını muhafaza etmek. Ortadoğu’da bunu gerçekleştirmenin yolu da ılımlı İslam’ı teşvikten geçiyordu. Nispeten laik karakterli ancak otoriter yönelimli rejimlerin radikal İslam’ı tetikleyeceğinden çekinme, beraberinde halkın genelinin daha kabul edebileceği ama demokratik yollarla gelmiş bir İslami rejimi ehven-i şer görmeyi getirmişti. Bu yönelimlerin zirve noktası olan Arap Baharı hareketleri her ne kadar Obama’nın yönetimi döneminde gerçekleşmiş olsa da, bu yöndeki ilk destekleyici adımların Bush döneminin dışişleri bakanı Condoleezza Rice döneminde atıldığını da unutmayalım.

İşte bu ahval ve şeraitle; AKP’nin iktidara gelmesi, herhangi bir müdahaleye maruz kalmadan iktidarda kalmaya devam etmesi hemen hemen aynı döneme gelmektedir. ABD bu partiyle iş yapmaya yeşil ışık yakmıştı. Tabii Türkiye’de bir partinin iktidara gelmesi esasen iç dengelerle ilgilidir. Ama demokrasi dışı bir müdahaleyle iktidardan düşmesi ağırlıklı olarak dış dengelerin ve tabii ki büyük güçlerin cevaz vermesine bağlıdır. ABD, AKP iktidarının bu türden müdahalelerle alaşağı edilmesine kırmızı ışık yakmış, bu cevazı vermemiştir. Buna ilaveten; Türkiye içerisindeki önemli müttefiki TSK’nın, askeri vesayeti önleme amaçlı Ergenekon ve Balyoz davalarında elinin kolunun bağlanmasına da ses çıkarmamıştır.

Bu ortamda Gülen hareketi pozisyonunu almakta gecikmedi. Aslında iki avantajı vardı. Devletle uzlaşmacı o bildik tavrı burada da onun yardımcısıydı. Üstelik uzlaşma içerisinde olacağı devlet içindeki güç yani iktidar partisi çok aynı görüşte olmasalar da aslında onun da çok itiraz etmeyeceği bir eksene sahipti. Milli Görüş temelli AKP, her ne kadar Gülen cemaatine mesafeli olsa da onun bürokrasi ve yargı içerisindeki gücüne, iktidarda güç ve süreklilik sağlamak için ihtiyacı vardı. Bu da Gülen cemaatinin ikinci avantajıydı. Fethullah Gülen’in, hakkında açılan davalardan dolayı yurt dışına çıkıp Amerika’ya yerleşmesi, ABD’nin AKP iktidarına yönelik olumlu tavrına doğrudan şahit olmasına neden olmuş, bu tavrı bir nimet addederek tüm desteğini AKP iktidarının emrine vermişti. AKP de onun bu desteğini karşılıksız bırakmamış, bürokraside ve yargıda etkinliğini artırmasına yardımcı olmuş, 12 Eylül referandumuyla da bu desteği bir nevi konsolide etmiştir. Cemaatin yargıdaki gücüne yaslanarak askeri vesayeti gerileten AKP böylelikle mutlak bir iktidar sahibi olmuştur.

“İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlak yozlaştırır,” der Fransız siyaset bilimci Raymond Aron. Her mutlak güç sahibi gibi AKP ve başındaki Erdoğan da bu gücün başını döndürmesine engel olamamıştır. Tabii bu baş döndürme o gücün teşekkül ettiği unsurları da görmesini engellemiş de olabilir, ya da o unsurları idrak ederek onlardan bir an önce kurtulmaya yöneltmiş de. Örneğimizde ağır basan, daha çok ikinci seçenekmiş gibi gözüküyor. Erdoğan ve hükümeti gerçek anlamda muktedir olmak için bu unsurlardan kurtulmak gerektiğini düşünmektedir. Cemaatte bunu ziyadesiyle idrak etmiş durumdadır.

Tabii bu noktada yine dış konjonktüre bakmakta fayda var. 2010 yılında başlayan Arap Baharı hareketleri Tunus, Mısır ve Libya’da başarılı olmuş olsa da son durağı Suriye’de rejimi yerinden edememişti. Suriye meselesinin uzaması, bu uzamanın ABD ile Rusya’yı daha fazla karşı karşıya getirmiş, İran faktörünün etkisiyle de mesele içinden çıkılmaz bir hal almıştı. AKP yönetimi esasen bir duygudaşlık kurduğu, Mısır ve Tunus’taki yeni yönetimlerin mevcudiyetinden duyduğu memnuniyetin, her ne kadar başlarda biraz ihtiyatlı yaklaşmış olsa da Suriye’de de benzer bir gelişmeyle artacağını hesap etmiş ama gidişat Türkiye’nin politikalarını akamete uğratmıştı. Önce sıfır sorun politikası, sonra da Arap Baharı’nın estirdiği rüzgarla beraber bölgede lider pozisyonuna gelmek isteyen AKP iktidarı Suriye meselesiyle hem bölgede hem de uluslararası güçler nezdinde itibar kaybetmeye başladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler iktidarının ve Cumhurbaşkanı Mursi’nin askeri bir müdahaleyle devrilmesi ve bunun karşısında takındığı tavırla AKP iktidarı ve tabii ki Erdoğan gittikçe daha yalnızlaşmaya başladı. Hükümet çevreleri tarafından bu “değerli yalnızlık” olarak nitelendirilse de bunun realist ve rasyonel politika nezdinde bir karşılığı yoktu. Başta ABD ve Rusya olmak üzere uluslararası güçler tarafından tolere edilebilecek bir tarafı da.

AKP yönetiminin ülke içindeki politikaları da baskıcı olmakla, kendi anlayışını dayatmakla suçlanıyordu. Mayıs 2013 sonunda başlayan gezi olayları da bu tepki ve eleştirilerin sembolü oldu adeta. Artık Erdoğan toplumsal temelli muhalefet baskısını da yakından hissetmeye başlamıştı. 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de düşünerek ve seçimin iki turlu olmasından hareketle daha kutuplaştırmacı bir siyaset izlemeyi uygun gördü. Muhtemel rakibinin şimdiki Cumhurbaşkanı Gül olduğunu da daha bir düşünerek üstelik. Gül’ün tekrar aday olmasını engelleyen kanun değişikliği Anayasa Mahkemesi’nden dönmüştü. Artık tekrar aday olabilirdi ve cemaat de bu seçeneğe daha bir yakın gibi görünüyordu. Yani Erdoğan’dan uzaklaşma başlamıştı.

Gül’ün tekrar cumhurbaşkanı olmasını engelleyen kanunun çıkarılmasıyla hemen hemen aynı dönemlere gelen bir konu var ki bu, cemaat- AKP kavgasının başladığı dönüm noktası olarak kabul edilir. 7 Şubat 2012 tarihli MİT krizi. MİT müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere bazı MİT üyelerini hedef alan ve MİT- KCK ilişkisini soruşturma iddiasındaki yargısal süreç AKP tarafından alelacele geçirilen bir kanunla engellenir. Hedefin aslında Başbakan olduğu iddia edilir. Cemaat etkisindeki yargı üyeleri tarafından yapıldığı söylenen bu soruşturma hem Kürt meselesine bakışta cemaat ve AKP arasındaki farka işaret etmekte hem de doğrudan AKP destekli bir bürokratik yapılanma karşısında cemaatin aldığı pozisyonu göstermektedir. Aynı zamanda bir Türk milliyetçisi olarak bilinen Gülen ve cemaati Kürt meselesini ulus devlet prensipleri içerisinde çözmekten yana bir duruş sergilemektedir. KCK davaları bu yüzden şiddetle desteklenmektedir. AKP ise içinden çıktığı Milli Görüşün bir uzantısı olarak, cumhuriyetin temel prensiplerinden biri olan ulus devlet penceresinden olaylara bakmamakta, farklı bir açılım sergileyebileceği intibaını açıktan hissettirmektedir. Cemaat buna itiraz etmekte ve buna ilaveten AKP ağırlıklı bir bürokrasiye özellikle MİT bünyesinde cevaz vermek istememektedir. Fidan’ın Başbakanlık müsteşar yardımcısı olduğu dönemde PKK ile Oslo’da yürüttüğü görüşmelerin 2011 yılında basına sızmasında da bu engellemenin izleri olduğunu düşünmek pek mantıksız olmayacaktır kuşkusuz.

Kürt meselesinden söz açılmışken, geçen sene başlayan (iktidar partisinin çözüm süreci dediği) müzakere sürecinin devamında Kuzey Irak ile ilişkilerin düzeltilmeye çalışılmasının, petrol anlaşmalarının Irak merkezi hükümetinin itirazlarına rağmen yapılma girişiminde bulunulmasının da dış dengeler açısından önemli bir duruma işaret ettiğini not etmekte fayda var. Rusya- İran ittifakından endişe eden ABD, İran ile adeta organik bağ içerisinde bulunan Irak merkezi hükümetinin arzusu hilafına bir girişimi zamansız bulmakta ve bu konuda Türkiye’yi açıktan uyarmaktadır. Türkiye’nin bölgede aldığı ya da almaya çalıştığı pozisyonun bölge ülkeleri ve başta ABD olmak üzere batılı devletler tarafından nasıl değerlendirildiği açısından bu ideal bir örnektir sanırım.

Benzer minval üzerinden, üst paragraflarda yer verdiğimiz tespit ve değerlendirmeleri de üst üste koyduğumuzda artık ABD’nin ılımlı İslam politikasında da ciddi bir sapma olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. İslami söylemi ağır basan yönetimlerin demokratik yolla gelmiş olsalar da uluslararası dengeler ve bölge politikaları açısından sürdürülebilir bir niteliği olmadığını düşünmeye başlayan ABD, bunun ilk işaretlerini Mursi’nin devrilmesinde vermişti. Benzer bir gelişmenin olmasını yani Erdoğan’ın görevden ayrılmasını istediğini gösteren somut veriler olmasa da cumhurbaşkanlığına sıcak bakmadığı, bir beş yıl daha Gül ile devam edilmesini istediği aşikar. Önce Gezi olayları, sonra da en son yolsuzluk olayları sırasında ABD’nin sergilediği yaklaşım karşısında destekçisi medyanın haberlerine dayanarak ABD büyükelçisini “istenmeyen adam” ilan etmekle tehdit etmeye teşebbüs edebilecek kadar ileri gidebilen bir Erdoğan ile ABD’nin uzun bir süre işbirliğine devam etmekte karşılıklı bir irade sergileyemeyecekleri belli artık. Bu durumda, daima güçlü ile ittifak kurmaya alışkın, en azından güçlünün hışmını çekmekten kaçınan cemaat için de iktidar ile olan ilişkisinin sürdürülebilir olan bir tarafı kalmıyor. Cemaati tehlikeli görerek, ona en büyük darbeyi vurma amacıyla dershaneleri kapatma girişiminde bulunan AKP yönetimi de sürdüren taraf olma niyetinde olmadığını zaten ayan beyan belli ediyordu.

Ve 17 Aralık soruşturması. Artık iplerin koptuğu an. Bakan oğullarının tutuklandığı, kamu bankası genel müdürünün evinde kutu içinde paraların ve para sayma makineleri bulunduğunun basına yansıdığı soruşturma. Sonunda hükümetin emniyette seri bir görevden alma faaliyetine geçtiği, hızını alamayıp yargıya müdahale edici yönetmelikler çıkardığı ve bakanların görevden ayrıldığı süreç. Hükümetin, kendisine komplo kurulduğunu haykırdığı, paralel devlet iddialarını ayyuka çıkardığı bir kargaşa ortamı. Basına yansıyan görüntülerle soruşturmanın gizliliğinin baştan ihlal edildiği ve bizim daha önceki Ergenekon ve Balyoz davalarından aşina olduğumuz davranışlar. Tek bir farkla, o zaman buna destek olan hükümetin şimdi bunun doğrudan hedefi olması ve bunun sonunun nereye gidebileceğini idrak edebilmesi.

Bütün bu kavga, gürültü ve haykırışları, bu rekabetin bir galibi olacak mı? Belki de sorulması gereken soru bu. İki tarafın belli bir gücü olduğunu ve karşı tarafın zaaflarını bildiğini var sayarsak, bunun bir galibinin olmayacağını, olsa bile bunun Pirus zaferinden öteye bir anlam taşımayacağını ön görmek pek kahinlik olmayacaktır. Ama bunun esas bir kaybedeni var o da Siyasal İslam.

Ağırlıklı olarak, eski sömürge olan üçüncü dünya ülkelerinde görülen ve anti emperyalizm ve anti modernleşme şeklinde seyreden Siyasal İslam aslında Türkiye’de çok yaygın bir akım değil. Bırakın AKP’yi içinden çıktığı Milli Görüş hareketini oluşturan partiler (MNP, MSP, RP ve FP) için siyasal İslam partileri demek kökleri Arap dünyasında olan ve bünyesinde önemli ölçüde entelektüel birikim barındıran bu hareketin ana unsurlarını hiç bilmemek demektir. Ama öte yandan, Türkiye’de esas anlamda sınıfsal tabanı olan belki de tek hareket de Milli Görüş hareketidir. Muhafazakar refleksleri olan küçük esnaf hareketi olan Milli Görüşün merkeze yaklaşmasıyla oluşan AKP ile kültürel temelli cemaat hareketi arasındaki ittifak artık çatırdadı. AKP devlette esasen egemen olmasını sağlayan bir ortağından artık mahrum, cemaatin ise siyaset dışı olduğu iddiası kılıfının arkasına saklanmaya yüzü yok. AKP en çok övündüğü ve uğruna kısaltma uydurduğu temizlik ve şeffaflık iddiasının arkasına ne kadar sığınabilecek bunu ilk seçimlerde göreceğiz. Ancak halkın iradesine giderek yolsuzluk olmadığının kanıtlandığı bir demokrasi henüz yok çünkü devletin en önemli erklerinden biri olan yargının denetiminin kabul görmediği bir demokrasi henüz icat edilmedi. Bununla birlikte yargının durumu da malum. Hem Ergenekon ve Balyoz hem de şike davalarında, başta soruşturmanın gizliliği olmak üzere gayri hukuki her şeyi sergileyen yargı aynı istikrarlı performansı son olaylarda da gösterdi. Dolayısıyla ne geçmişteki müttefiklerden, yani yaşanan bu yargı sorunlarının ortaklarından birinin “paralel devleti” şikayet eden yakınmaları ciddiye alınabilir, ne de diğerinin yolsuzlukları çözeceğiz iddiasına itibar edilebilir. Bir gerçek var ki o da iki taraf da birbirini yıpratmaktadır. Başta Tunus ve Mısır olmak üzere Siyasal İslamcıların aldığı darbeden memnun olanlar, aynı memnuniyeti bunların Türkiye’deki çapsız ve kifayetsiz versiyonları ile yine dini eksenli bir sosyal hareket arasındaki kavgadan da duyuyorlardır kuşkusuz.

Din önemli bir olgu. Kalkınma ve modernleşme sorunları var olduğu sürece siyasi bir nitelik kazanmaya devam edeceği ve iktidar mücadelelerinin başat unsuru olmaya devam edeceği açık. Dünyada yaşanan son gelişmeler siyasi nitelikli İslam’a büyük darbe vurmuş olsa da, yukarıdaki sorunlar sürdüğü sürece kılık değiştirerek de gelecektir muhakkak. İslam’ın son din olarak kendi içerisinde bir hukuk ve adalet anlayışı getirdiği en azından felsefi düzeyde açıktır. İnananların böyle düşünmesi son derece normaldir. Ancak siyaset başka bir şeydir. Din ile siyasetin iç içe geçişinin dört halife döneminde bile huzur getirmediğini, siyaseten katlin yaygın olduğunu unutmayalım. Ne dersek diyelim siyaset bir iktidar mücadelesidir. Bunu gördüğü için Hanefilik mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife kendisine hem Emeviler hem de Abbasiler döneminde sunulan şeyhülislamlık tekliflerini reddetmiş, “fetva devletin emrine girmez” demiş ve bunun bedelini Abbasi zindanlarında katledilerek ödemiştir.

Sonuç olarak, yaşanan son gelişmeler belki bize, daha hayırlı bir yönelimin habercisi olacaktır. Dini eksenli hareketlerin yaptığı iktidar mücadelesinin ne olduğunu son günlerde açıkça gördük. Bunlar sürpriz değil. Zira bunlara rahmet okutanları dünya tarihinde sık sık yaşandı. Bundan sonra da yaşanacaktır ama biz Türk vatandaşlarının en azından siyasal anlamda dayanabileceği bir belagatimiz var. Yıllarca duya duya, belki de yanlış yöntemlerle duyurula duyurula gerçek bağlamına vakıf olunmasının engellendiği, muarızları tarafından da içinin boşaltılarak anlamsızlaştırılmaya çalışıldığı o malum kalıp: “Atatürk milliyetçiliğine dayalı, laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” Belki yıllar sonra bu kavramlar da değişecek, yerlerini yenileri alacak ama şu an için hala önemli bir ibare bu. Doğru uygulandığında etnik, mezhepsel ve dinsel kavgaların önüne geçebilecek; uygulanmadığında ise bizi felakete götürmesi garanti bir içeriğe sahip. Son yaşananlar da bu cümlenin anlamını daha derinden hissetmemi sağlıyor, bu felsefeye erişimin temellerini atan ve hatta banisi olan Atatürk ve arkadaşlarını rahmetle anıyorum.

Yorum göndermek için lütfen giriş yapın.