Başbakan Erdoğan bir gazeteye verdiği demeçte; iki partili bir sistemi tercih ettiğini, bu sistemde parlamentoların daha etkin çalıştığını ifade etti. Nitekim daha önceden başkanlık sisteminden de yana olduğunu söylemiş, bunun tartışılmasını istemişti.(Başkanlık sistemi tartışması aslında yine gündemde. Üstelik Meclis Başkanı Şahin ve Başbakan Yardımcısı Arınç’ın muhalif cümleleriyle beraber. Bu sisteme yönelik 30.10.2010 tarihli yazımı notlar bölümünden bakarak okuyabilirsiniz)
Bu türden sistem tartışmaları aslında hepimize bir tür zihin jimnastiği yaptırması açısından faydalı olmakla birlikte, bu tartışmaların doğru zeminde yapılmasında fayda var. Zira öncelikle şunu açıkça söyleyebiliriz ki; literatürde aslında “iki partili sistem” diye bir sistem yoktur. Yani teorik olarak esasları belirlenmiş ve çatısı kurulmuş böyle bir mekanizma mevcut değildir. Seçim sistemleri, seçmenlerin davranışları, partilerin kitleleri etkileyebilme kapasiteleri ile bağlantılı olarak iktidarda ve muhalefette birer partinin daha ön plana çıktığı fiili durumların sözkonusu olduğu ülkeler vardır sadece o kadar. Bu nedenle başkanlık sistemi gibi anayasa ya da yasaların değiştirilmesiyle ortaya çıkarılabilecek bir modelden bahsedebilmemiz mümkün değildir.
Bunun yanı sıra sistemin iki partili olarak çalıştığına ve istikrarın bu şekilde sağlandığına örnek olarak gösterilen ülkelerden İngiltere ve Amerika’yı da bu yöndeki tek örnekler olarak görmemiz de yanlıştır aslında. Bu bahsedilen ülkeler dışında; Japonya’yı, Yunanistan’ı, bazı koalisyonlar dönemini hariç tutarsak 46-80 yılları ile 2002-2007 yılları arasındaki Türkiye’yi de bu fiili iki partili yapıyı yaşayan ülkeler arasında sayarsak yanılmış olmayız.
İngiltere ile Amerika’yı bazı açılardan ayrı tutmanın doğru tarafları da yok değil tabii. Her iki ülke de dar bölgeli çoğunluk sisteminin geçerli olduğu bir seçim sistemine sahip. Yani her seçim çevresinden bir milletvekilinin çıktığı ve o nedenle o seçim çevresinde birinci gelen partinin adayının diğer partilerin adaylarını geçerek milletvekili seçildiği bir sistem.(Bu özelliğinden dolayı İngilizce de bu sisteme first past the post denmektedir zaten. Birinci diğerlerini geçer anlamında) Üstelik alınan oy oranının %50’in üzerinde olması şartı da yoktur. Yani basit çoğunluk aranır ve tek turda seçim biter. Haliyle rekabeti keskinleştiren ve seçmeni iki parti arasında yoğunlaştıran bir özelliği vardır. Nitekim başka partilere de izin verildiği halde iktidar uzun yıllar boyunca; Amerika’da Cumhuriyetçiler ve Demokratlar, İngiltere de ise Muhafazakarlar ve İşçi Partisi arasında el değiştirmiştir. Ama bu yönüne rağmen sonuçların hep bu şekilde tecelli edeceğinin de bir garantisi yoktur. Nitekim 2010 Mayısı’nda İngiltere’de yapılan seçimlerde Muhafazakar Parti, Avam Kamarası’nda tek başına çoğunluğu sağlayamamış (hung parliament durumu); birkaç dönemdir parlamentoya 3. parti olarak giren Liberal Demokratlar ile koalisyon yapmak zorunda kalmıştı. Hatta başka bir örnek vermek gerekirse; bu dar bölgeli sistemi iki turlu olarak uygulayan (balotaj modeli) Fransa kendi çok parçalı (fragmented) seçmen yapısından dolayı hiçbir zaman iki partili bir düzen ortaya çıkaramamıştır. İstikrar ancak yarı başkanlık modeliyle sağlanabilmektedir.
Her ne kadar dar bölge sistemi iki partili bir siyasi düzene en çok katkıyı veren bir model olsa da yukarıda ifade ettiğimiz ve iki partili siyasi yapıların ön plana çıktığı diğer ülkelerde bu seçim sistemi aynen uygulanmamaktadır. Japonya da birden fazla milletvekili çıkaran seçim çevrelerinde seçmenin sadece bir adaya oy verebildiği ve basit çoğunluk sistemine dayanan bir model uygulanırken, Yunanistan da nispi sistemin yani partilerin aldıkları oy oranına göre temsil edildiği bir sistemin çeşitli versiyonlarını kullanmaktadır. Ama bu farklı sistemler; Japonya da Liberal Demokratların 50 yıl iktidarda kalmasına, Yunanistan da ise iktidarın uzun yıllar boyunca Pasok ile Yeni Demokrasi Partisi arasında el değiştirmesine engel olmamıştır. Üstelik bu iktidar dönemlerinin hepsi tek başına iktidar olarak gerçekleşmiştir.
Ancak bu noktada, özellikle seçim sistemlerinin etkileri açısından Türkiye’yi biraz farklı olarak değerlendirmek lazım. Zira ülkemizde seçim sistemi iktidar sahiplerinin tercihlerine göre sürekli olarak değiştiği için standart bir seçim sisteminden bahsetmemiz mümkün değildir. Örneğin; çok partili hayata geçtiğimiz 1946 yılı ile 1960 yılı arasında listeli çoğunluk sistemi uygulanmıştır. Bu sistem esasen dar bölge sistemine benzemekle birlikte, her seçim çevresinde birden fazla milletvekili çıktığı için partilerin listesi yarışmakta, birinci olan parti o çevredeki tüm milletvekillerini kazanmaktaydı. (Esasen Japonya’daki sisteme benziyor ama Japonya’da yarışan listeye değil listedeki sadece bir adaya oy verilebiliyor) Sistem böyle olunca da partiler aldıkları oy oranlarının çok üzerinde bir milletvekili sayısıyla meclise giriyorlardı. Bu dönemde iktidar CHP ile Demokrat Parti arasında el değiştirmiştir. Fiilen iki partili bir dönemin ve tek başına iktidarların ortaya çıkmasında bu seçim sisteminin etkisini yadsımak pek doğru olmasa da bu modelin de her zaman tek başına iktidar yönetimlerini ve iki partili bir rekabeti getireceğinin bir garantisi yoktur. Nitekim Fransa’da 4. Cumhuriyet döneminde bu modelin üstelik 2 turlusu denenmiş ama ülke yine koalisyonlara sürüklenmekten kurtulamamıştır.
1960 askeri müdahalesinden sonra, müdahalenin arkasındaki zihniyetin Demokrat Parti’nin yönetim anlayışını tehlikeli bulması nedeniyle , adilane sonuçlar doğurmayan listeli çoğunluk sisteminin dominant iktidarlara daha fazla cevaz verdiği düşüncesinden hareketle müteakip seçimlerde nispi sistemin bir tür versiyonu olan “barajlı d’hondt” uygulanmıştı. 1961 yılında yapılan ilk seçimlerde bu sistemin de etkileriyle tabii ki bir koalisyon hükümeti ortaya çıktı. Ama daha sonra getirilen, nispi sistemin en katısı olarak değerlendirilen ve tek başına iktidarın adeta imkansız olduğu “milli bakiye sistemi” ise 1965 yılındaki seçimlerde %52 oy alan Adalet Partisi’nin tek başına iktidara gelmesini engelleyemedi. Aynı parti d’hondt sisteminin barajsız olarak uygulandığı 1969 seçimlerinde de tek başına iktidara gelmeyi başardı yine.
1980 askeri müdahalesinden sonra getirilen 1982 anayasası da özellikle 70 sonrası yaşanan koalisyon dönemlerine bir tepki olarak “temsilde adalet, yönetimde istikrar” ilkesini getirdiği için seçim kanunları da hep bu yönde değiştirildi ve 95 yılına kadar d’hondt sistemi üstelik çifte barajlı olarak uygulandı. Ama bu uygulama da 91 seçimleri akabinde koalisyon hükümetlerinin oluşmasını engelleyemedi. 95 seçimleri ve sonrasında ise sadece ülke barajlı d’hondt sistemi uygulandı ve 95 ile 99 seçimlerinde yine koalisyon tablosu oluştu. Ama aynı sistemle girilen 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP tek başına iktidar olmayı başardı.
Görüldüğü gibi teorik bazı müdahalelerle tek başına iktidar yönetimlerini, iki partili bir yapıyı ortaya çıkarmak her zaman mümkün olmuyor. Birbirlerinden çok farklı seçim sistemleri ile de hem tek başına iktidarlar hem de koalisyon yönetimleri karşımıza çıkabiliyor. Tabii ki seçmen yapısının çok parçalanmaması, iktidarın bir yerde bunun karşısında muhalefetin başka bir yerde toplanması istikrarlı ve yönetebilen demokrasiler için her zaman arzulanan bir seçenek olmuştur. Ama bunu tek başına sistemsel düzenlemelerin sağladığının elle tutulur bir verisi yok elimizde. Eğer bir parti geniş kitleleri etkileyebiliyor ve ikna edebiliyorsa zaten öyle ya da böyle tek başına iktidara gelebiliyor. Bunun karşısında muhalefet partisi de aynı kitleselliği gerçekleştirebiliyor, o da muhalif sesleri kendi aralarında çeşitli farklılıklar da olsa kendi bünyesine almayı becerebiliyorsa seçmen nezdinde iktidarın net ve kesin alternatifi olma imkanını ele geçirebiliyor ve böylece iktidarlar belli başlı bazı partiler arasında el değiştirebiliyor.
Sonuç olarak; Başbakanın bu temennisini; yasal zeminde gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini sorgulamaktan ziyade, iktidarda ya da muhalefetteki partilerin siyasi manevralarının ulaşmak istediği hedefe yönelik olarak ele almakta fayda var. Bu temenniyi ilk dillendiren AKP olduğu için; bu partinin zaviyesinden bakıldığında esas hedefin anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip olmak olduğu açıktır. Ne kadar az parti meclise girerse o kadar çok milletvekili çıkarır demektir çünkü bu. Tıpkı 2002 seçimlerinde olduğu gibi. Hatırlanacağı üzere, o zaman sadece AKP ve CHP parlamentoya girmişti. İki partinin aldıkları oy toplamı ise %53’tü. Başka bir deyişle %47 parlamentoda temsil edilmiyordu. AKP’nin bu temennisine CHP şu an itibariyle tepki göstermiş olsa da 2002’de gerçekleşenin bir daha gerçekleşmesine CHP’nin bu sefer hayır diyeceğine dair bir veri ya da kanaat henüz zihinlerimiz de oluştu diyemiyoruz. Zira; MHP’nin ve BDP’nin parlamento dışında kalması sadece iktidar partisinin değil CHP’nin de alınan oy oranının çok üstünde bir sandalye sayısıyla meclise girmesine yol açacaktır kuşkusuz. Ülke barajının indirilmesi gerektiğine dair yüksek sesli bir siyaseti CHP koridorlarından da duymamamızın ardında bu neden yatıyor olabilir. İki partili sistem tartışmalarını kavrayabilmek için teorik ve objektif değerlendirmelerden ziyade pratikteki bu gelişmelere bakmakta fayda var. Ama tamamen bilimsel ve tarafsız bir gözle değerlendirme yapacaksak, hem istikrarı hem de temsilde adaleti sağlayıcı sistemsel düzenlemelerin literatürde mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzenlemelere yönelik detayları ise ayrı bir yazıda değerlendireceğiz..
GİRAY ERGİN
30 Ocak 2011