Bilimar

Hakkımızda

Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi (Bilimar), Türkiye’nin karşılaştığı; siyasi, sosyal, ekonomik Devamı...

HİZMETLERİMİZ

Günlük siyasi ve sosyal gelişmelerin yanı sıra orta ve uzun vadeli yaklaşım gerektiren konularla ilgili kapsamlı Devamı...

VİZYON

Türk bilim hayatına özellikle sosyal bilimler alanında katkıda bulunmak, Türkiye'nin bilimsel çalışmalarda Devamı...

HEDEFLER

1 Haziran 2012 yılında kurulan merkezin ağırlıklı olarak hedefi; uygulanan ya da uygulanması gereken Devamı...

İSLAM VE SİYASET

 

Giray ERGİN

3.6.2014

İslam alimlerinin özellikle nispeten formel anlayışa sahip olanların artık bilerek mi yoksa bilmeden mi yapıyorlar kesin bir fikrim yok ama düştükleri bir hata var. O da İslami devlet nosyonları. İslam ile İslam hukukunu karıştırıyorlar. Özellikle bu, ehl-i sünnete yakın alimlerde daha bir tuhaf görünüyor. Çünkü ilahi olan İslam ile beşeri olan İslam hukuku arasında kesin ayrımlar yapan fıkh mezhepleri sünniliğe aittir.

 

 

 

Örneğin, Kuran'a yani ilahi emre göre bir İmamın gerekliliğini, bu imamın İslam'ı koruma ve yayma görevi olduğunu ve bu kişinin Ehl-i Beyt’ten (peygamberin ailesinden) olması mecburiyeti bulunduğunu savunan Şiilerdir. Bunu da itikadın gereği olarak sunarlar.  Sünni mezhep ise yönetim kavramının itikadi değil ameli bir konu olduğunu, Kuran’daki naslarda bırakın Ehl-i Beyt’ten birinin imam olması zorunluluğunu, böyle bir imamın bile gerekli olduğuna dair bir kanıt olmadığını, Kuran’ın herhangi bir model önermediğini söylerler ve İslam ve siyaset ilişkisini nassa yani ayetlere değil, icmaya yani alimlerin ve topluluğun görüşlerine dayandırırlar. O yüzden Sünni İslam hukuku beşeri bir hukuktur. Pratik gereklilikten ve hatta zorunluluktan doğmuştur.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra yönetim boşluğuna düşen Müslümanların çıkış yolu arayışlarının bir sonucudur ve ilahi kelamdan kanıtlar getirdikleri iddiasında bulunan (ki bu iddialara dayanak teşkil eden ayetler bana göre hiç de bu ifadeye sahip değildir) ve imam kavramına bir kutsiyet kazandıran Şiiler karşısında mevzi kaybetmemek için formüle edilmiştir. Çıkış noktaları da müminlerin Allah’a kulluk görevlerini layıkıyla yapabilmeleri için bir siyasi ve toplumsal düzene ihtiyaç duymalarıdır ve dinin korunması ve yayılması için siyasetin elzem olarak görülmesidir. İşte Erdoğan’ın dini konulardaki akıl hocalarından Hayrettin Karaman, Yeni Şafak Gazetesi’nde 29 Mayıs tarihinde çıkan “İslam, demokrasi ve Medine Vesikası” adlı yazısında, İslam hukukunun kendine özgü formülasyonuyla anlam genişlemesine uğrayan hilafet, imamet, beyat ve şura kavramlarına bunun böyle olmadığını bile bile ilahi bir içerik kazandırarak İslam ve demokrasi karşılaştırması yapmaktadır.[1] İktidara gelmenin bir aracı olan demokrasi kavramını içinde Allah ve onun hakimiyeti olmadığı için eleştirerek ilahi bir kavramla dünyevi bir kavramı kıyaslamaktadır.

Bu kıyaslama bizi ister istemez şöyle bir açmaza sürüklemektedir: Demokratik bir rejimde iktidarın arkasında halktan alınan bir yönetme yetkisi varken, İslami rejimde yönetenin bu yetkiyi sanki Allah’tan aldığı gibi bir izlenim verilmektedir. Hoca bunun böyle olmadığını bilmektedir ve yazılarını takip edebildiğim kadarıyla kendi kendiyle de ters düşmektedir. Hoca da bilir ki bunlar içtihadi konulardır ve İslam’a uygun mu değil mi bunu ancak Allah bilir. Müçtehitler ya da sıradan insanlar kendi değerlendirmelerinden sorumludur ve bunun hesabı Allah’a verilir. İslam’da teokrasi olmadığını (yani dini hüküm veren din adamları topluluğunun bulunmadığını) hoca başka bir yazısında haklı olarak savunurken, bu yazısıyla İslam’a teokratik bir hüviyet kazandırmaktadır. Çünkü siyasal anlamda Allah’ın hakimiyeti ve bu hakimiyetin toplum düzeninde yönetici elitler tarafından temsili teokraside vardır ama İslam’da yoktur. İslam’da ruhban sınıfının olmaması da bundan kaynaklanmaktadır. İslam’ın peygamberinin aynı zamanda devlet başkanı olması belki bir kafa karışıklığı yaratıyor olabilir ama Sünni alimlere göre bu bile bir kutsallığın değil, pratik mecburiyetin gerektirdiği ekstra bir durumdur. Aşiret düzeyinde yaşayan Arapların yerleşik ve medeni bir hayata geçirilmesi gerekliliğinin bir sonucudur. (Mesela kısas ile ilgili ayetler İslam öncesinde kan davası güderek kitleler halinde ölümlere neden olunmasını engellemek için suçun şahsiliğini vurgulamak amacıyla indirilmiş, daha katı olarak uygulanan ve af seçeneği olmayan Tevrat’taki hükümlere göre yumuşatılmıştır.) Yani hukukla ilgili hükümleri bile o dönemin şartları içerisinde değerlendirmek gerekmektedir. Erkeklerin sayısız kadınla evlenme hakkı varken dörtle sınırlandırılması, kadınlar mirastan hiç hak alamazken az da olsa belli ölçüde alma hakkına kavuşmaları, bunların hepsi cahiliye dönemine kıyasla oluşturulan iyileştirmelerdir ve daha fazla iyileştirme yapılmasını engelleyen hiçbir Kurani hüküm yoktur. Aksi halde köleliğin de devamını savunmamız gerekirdi. Zira İslam köleliği kaldırmamıştır ama ekonomik gerekçeleri olan bu uygulamanın ancak 19. yy’de kaldırıldığını düşünürsek, bunun 7.  yy’de tamamen kalkmasını beklemek de pek akla yakın değildir, takdir edersiniz.

Ancak konumuz Kuran ayetlerini açıklamaya çalışmak ve meşruiyet sorgulamasına sokmak değil. Bunların hepsi bir inanç meselesi ve bizim konumuz bir inanç meselesi olan yani kişisel tercihe dayanması gereken bir konunun rasyonalize edilerek totaliter bir kisveye büründürülmesi ve topluma empoze edilmeye çalışılması. Hocanın hilafet, imamet, beyat ve şura kavramlarından ne anladığını önceki yazılarından bildiğim için onun totaliter ve otoriter bir amacı olmadığının farkındayım ama kendisi ister istemez bir üst norm tuzağına düşmekte.

Hangi sistemi işletirseniz işletin bu demokrasi de olsa bir üst norma ihtiyaç duyarsınız. Örneğin demokrasilerde anayasa, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetler, çoğulculuk bu üst kavramlardandır. Çıkan yasalar, kararnameler, yönetmeliklerin hep bu normlara uygun olması gerekir ve bu kavramlar geniş bir mutabakata dayanmalıdır. Hoca ise üst norm olarak Allah’ı ve İslam’ı koymaktadır. Daha doğrusu bu kavramlardan ne anladığını yani içtihadını. Ona ve İslami yönetimi savunan tüm din adamlarına göre ülke yönetimi ile ilgili üst normların ana hatları İslami bir temel taşımalı ve yasal mevzuat bu temelden omurgalaştırılmalıdır. İşte sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Din kişisel bir inançtır ve kişisel inancın kişisel yorumu nasıl üst bir norm olacaktır? Tabii şimdi denebilir ki demokrasi ile ilgili üst normları herhangi bir demokratik toplumun tamamı paylaşıyor mu? Onlar da yine demokratik bir süreç sonunda kişisel tercihlerin, inançların ve mecburiyetlerin sonunda ortaya çıkmış kavramlar değil mi? Bunların hepsi doğru ama bunların çıkışı bir rasyonel çıkarımlar bütününe dayanıyor. Ancak din, itikadi ve ameli esasları olan bir kurallar bütünüdür yani bir bölümü esasen inanca dayanmaktadır. Özü de tevhiddir. Herkesin aynı şekilde inanması söz konusu olabilirse siyasi bir rejim olabilir. Ama dünyada böyle bir durum yok. İslam’a ya da Allah’a inanmayanlar olduğu gibi İslam’da bile farklı görüşler yorumlar vardır. İslami rejim kurulsa hakim olan görüş hangisi olacaktır? Tabii gücü ya da çoğunluğu elinde bulunduranın görüşü. Yani demokratik ya da mutlak bir rejimde ne oluyorsa aynısı olacaktır. Hoca demokrasiyi eleştirmektedir ama beyat (yönetme yetkisinin yöneticiye verilmesi) ve şura (danışma) kavramlarının takip ettiği süreç belli bir çoğunluk anlayışına dayandığı için vardığı nokta demokratik sürecin oluşturduğu kurguyla en azından teorik anlamda aynı düzlemde buluşacaktır.

Ben kişisel olarak İslam’ın prensiplerini benimserim ve keşke herkes bunu idrak edebilse derim kendi inancım ölçüsünde. Ama kişisel olarak ve kendi inancım ölçüsünde. Ama bunu başkalarına empoze etmeye, dayatmaya, zorlamaya benim dinen de hakkım yok. Peygamberin bile sadece tebliğ etme hakkı varken, bu hakkı ben nasıl kendimde görebilirim ki. Dinen müminlerin görevi (iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak) o kadar. Tabii bu benim İslam dinine bakışımla ilgili bir yorumum ve kişisel bir değerlendirme ya da inanç. Ama siyaset bilimci olarak konuya yaklaşınca durum farklılaşıyor. İnanç ve buna bağlı ameli tercihini yönetim kademesine taşıyınca bunun işlemezliği daha aşikar bir şekilde ortaya çıkıyor.

Hoca madem demokrasiyle karşılaştırmış oradan gidelim. Demokraside kararlar nasıl alınır? Toplumsal ihtiyaçlar ya da ideolojik tercihlere göre kanun çıkarılır, yasama organından geçer ve kanunlaşır. Anayasa mahkemesi gibi kurumlar varsa itiraza göre burada değerlendirilir ve nihai karar verilir. Peki, İslam fıkhında kararlar alınırken değerlendirme nasıl yapılmaktadır? Silsileye göre önce Kuran’a bakılır, orada yoksa peygamberimizin sünneti devreye girer. Yine bir sonuç alınamazsa icma ve kıyas yöntemleri seçilir. Peki, bu silsilenin tarihsel geçmişi nedir? Burada tekrar bir dini bilgi vererek açıklamaya çalışalım. İslam dininde ilk tefsirci Hz. Muhammed sayılır. Yani gelen vahyi anlatan, yorumlayan ve uygulayan odur. Peygamberin sünneti Kuran’ın vahyinden ayrı değildir anlayacağınız. Başka bir deyişle Kurani bir hükmü anlayabilmek için ayet yeterli gelmiyorsa peygamberin uygulamasına bakılır, sonra da icma ve kıyastan o hüküm anlaşılmaya çalışılır. İşte bu silsile Hz. Muhammed peygamberliğin yanı sıra devlet başkanlığını da üstlenince meselelerin çözümünde de kullanılmıştır. Hz. Muhammed’in ölümünden sonra da yukarıdaki satırlarda bahsettiğimiz gibi siyasi düzen kurma zorunluğundan dolayı bu yöntem kullanılmaya devam edegelmiştir. Yani aşiretten topluma ve medeniyete geçişin bir sonucudur. Tecrübe ve birikim eksikliğinin bu yolla kapatılmasıdır. Yani uhrevi başlayan ve dünyevi olarak nihayetlenen bir meseledir. Ancak belli bir deneyime ulaştıktan sonra da işlemeyecek bir yöntemdir. Çünkü o deneyim, beraberinde bir ilerleme ve gelişmeyi de getireceği için bu yöntem anakronik kalacaktır. İslam hukuku bunun sıkıntısını yaşamış, sonunda içtihat kapısı kapanmıştır. Bunun yanlış bir karar olduğu günümüz din alimleri tarafından iddia edilse de (ki Hayrettin Karaman hoca da bunlardan biridir) aslında yöntemin sorunların çözümü bakımından işlerliğinin ortadan kalkmasının bir sonucudur. İçtihat kapısının kapandığını söyleyen İmam Gazali’dir ama biz biraz daha yakın zamanlardan örnek vererek konuyu biraz daha açmaya çalışalım.

İçtihatlar hukuk, toplumsal ya da medeniyetle ilgili tüm sorunların çözülmesi için uygulanmıştır. Matbaanın icat edildiği dönemi hatırlayalım. Osmanlı Devleti’ne girişi, aslında ekonomik nedenlere dayansa da dini bir kisveye büründürülerek engellenmişti biliyorsunuz. Tabii bu konuda muhtelif fetvalar çıkarıldığına göre yukarıda zikrettiğimiz yöntemler uygulandı kuşkusuz: Önce Kuran’a bakma, sonra sırasıyla sünnet, icma ve kıyasa başvurup karar verme. Kuran’ın çıktığı dönemde matbaa olmadığına göre karar verme sürecinin bu silsileyi takip etmesi kaçınılmazdır. Halbuki Kuran’da yazılanları biliyoruz. Ayetlerin muhtelif yorumlarını da biliyoruz ya da bilen biliyor. O zaman neden teknik bir konu için Kuran’a başvuruyoruz? Kuran bütün bunların hepsini içermek zorunda mı? İnsanın aklı yok mu mesele üzerinde değerlendirme yapacak? İmam Maturidi’nin dediği gibi vahyi Allah verdi de aklı kim verdi?

İslam muamelatına aşina olanlar bilir, bir şeyin haram ya da farz olması için Kuran’da açık hüküm olması gerekir. Aynı modern hukukta olduğu gibi yasak olmayan her şey serbesttir. Kuran’da yoksa serbesttir, niye bu bilgi yetmiyor? İslam’ın ilk yıllarında dünyevi zorunluluktan ve deneyim eksikliğinden çıkan siyasal alandaki bir mecburiyetin daha ileriki dönemlere teşmil edilmesinin, dolayısıyla anakronik kalınmasının bir sonucudur bu. Kuran’ı Kerim’de ifade edilen bir hususu anlamakta uygulanan yöntemin, önümüze çıkan bir meseleyi anlamakta da kullanılmaya devam etmesinin medeniyet ilerledikçe işlevini yitirmesidir. Bana kalırsa dinle hiçbir alakası kalmamıştır ama biz yine de siyaset bilimi zaviyesinden bakmaktan ayrılmayalım, din adamı değiliz çünkü.

İşte kritik kelime de burada. Din adamı değiliz. İslami bir yapı kurduğunuzda dine uygunluğu nasıl denetleyeceksiniz. Din adamlarının karar vermesi lazım değil mi? Şia inancına göre bir nevi ruhbanlık barındıran İmamet ve velayet-i fakih kavramları olduğu için onlar bu noktadan devam etmekte bir sakınca görmüyorlar ve örneğin İran’da Ayetullahlar cumhurbaşkanının da üzerinde. Ancak Sünni İslam’da böyle bir kavram ya da dini bir otorite yok. Şeyhülislamlık diye bir kurum var ama o da Sünni İslam’ın değerlendirmesinden ziyade din alimleri tarafından faziletsiz ve dini açıdan düşük görülen Emevi sultanlarının halk içinde meşruiyetlerini sağlamak için yarattıkları ve siyasi iktidarın amaçlarına hizmet eden bir yapı. Ehli Sünnetin ahkamında da olmadığına göre ki Hayrettin Karaman hoca da içtihat için resmi bir din aliminin gerekli olmadığını bu konuya aklı ve ilmi yeten herkesin içtihat yapabileceğini söylüyor, o halde sistemi nasıl işleteceğiz?

Dine göre siyaset söz konusu olunca din adamlarının etkisi ister istemez kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla dünyevi olan ve belli bir rasyonalite içermesi gereken siyaset uhrevi bir zaviyeden bakan din adamının kontrolüne geçecektir. Şöyle bir örnek verelim. Şehir için bir planlama yapıyorsunuz. Bunun din adamının görüşünden geçmiş bir mevzuatla uyumlu olmasını bekleyeceksiniz. Ekonomi, uluslararası ilişkiler, maliye, eğitim, bayındırlık gibi teknik konularda din adamlarının zaten işin uzmanına danışacağı fıkh uzmanları nezdinde kabul görse de nihai kararı din adamı söyleyeceği için dünyeviliğin zedelenmesi önlenemeyecektir. Çünkü bir yerde inanç devreye girecektir ve bu konuda toplumun geniş kesimlerinde asgari bir mutabakat sağlayamayacağınız gibi inanç gibi kısmen ispatın üzerinde bir kavramın, ispat ve yanlışlama gibi bilimsel yöntemlerle karşılaştırılması gibi bir garabete maruz kalınacaktır.  Allah’ın hakimiyeti gibi uhrevi ve itikadi bir kavramla yönetim anlamındaki güç, iktidar ve egemenlik kavramlarının karşılaştırılması gibi bir durum da işte benzer bir garabetin yansımasıdır. Allah ile kul arasındaki bir ilişkinin toplumun geneline teşmil edilmesidir. Hoca da bu açmaza düşmektedir.

Siyaseti yönlendiren üst normların belli bir felsefi boyutu olsa da esasında iktidar ve hak mücadeleleri gibi, edinilmiş tecrübelere dayanan rasyonel bir yanı vardır. Beraber yaşamanın asgari müştereklere ihtiyaç duymasından dolayı da kendi gibi inanmayan ve düşünmeyeni Hayrettin Karaman Hoca’nın savunduğu gibi eşit görmeme gibi bir lüksü yoktur. İslam inancına göre Allah katında inananlarla inanmayanlar, onun emrine uyanlarla uymayanlar eşit değildir doğru ama bu, toplumsal yapıyı da benzer eşitsizlik üzerine kurmak, toplumu yönetenleri Allah yerine koymak değil de nedir? Kuran’ı Kerim’de insanların Allah’ın istediklerini, rızasını gerçekleştirmesi anlamında kullanılan hilafet kavramının, bu yetkinin beyat yoluyla imama devri şeklinde genişlemesi uygulamada yöneticiyi Allah’ın vekili haline getirmiş, yönetim iradesini Kuran’da hukuki boyut içeren ayetlerin de ötesine geçerek Allah ile kul arasında olması gereken ibadetlerin yerine getirilmemesini bile hukuki bir yaptırıma tabi tutabilme noktasına sürüklemiştir. (Namaz kılmayanın, oruç tutmayanın cezalandırılması gibi). Üstelik Kuran’da dinde zorlama olmadığını, Ebu Hanife’nin, “Dindarlık insanlarla ilişkilerde bir ölçü değildir,” dediğini bile bile. Buna ilaveten, ayetle intikal eden hukuki bir talimat bile ayetin vaz ettiğinin ötesine geçen bir cezai yaptırıma dönüştürülmüştür. (Zina yapan kadının recm ile cezalandırılması gibi).

Dini anlamda itikatte ve amelde farklılık ya da aykırılık gösterenlere Allah’ın yerine geçip, eşitsizliğe tabi kıldığınız takdirde bir toplum ya da o ülkenin bir ulusu olamazsınız. Milliyetçilik ve laikliğin de birbirini destekleyen unsurlar olmasının ve ulus devlet kavramının laik devlet kavramından ayrı düşünülememesinin de nedeni budur. Hocanın atıfta bulunduğu Medine vesikasının esas özelliğinin dini içerikli çok hukukluluğa dayanması nedeniyle, hocanın iddia ettiği gibi laiklik yanlılarının desteğini alması mümkün değildir. Hoca burada siyasi akım ve anlayışları değerlendirmede hata yapmakta, yine aynı vesikaya dayanan çok hukukluğun 90 yıl değil bütün bir İslam tarihi boyunca sürdüğünü ve Türkiye’de kaldırılmasının bile 1926 yılını bulması gerçeğini göz ardı ederek tarihi bilgi anlamında bir yanılgı içerisine düşmektedir.

İslam’ın getirdiği felsefenin ve prensiplerin tüm evreni kapsayıcı ve üst norma layık olduğu inancı bende de vardır. Ancak bunun siyaset yoluyla empozasyonunun aslında biraz kolaycılığa kaçmaktan pek bir farkı yok. İmam Maturidi iyiyi kötüden ayırmaya insanın aklının yettiğini, bu konularda vahiy gelmese de o yönde bir kapasitesinin olduğunu ama vahyin yönlendirici bir vazife üstlenerek bunu kolaylaştırdığını söyler. İmam-ı Azam Ebu Hanife de kendi içtihadının dayandığı deliller sorgulanmadan müminlerin kendisini takip etmemesini ister. Biri kelam diğeri fıkh alanının bu önde gelen Sünni alimleri doğrudan akıl kullanmaya atıfta bulunmaktadır. Tıpkı demokratik süreçlerin tecrübe ve akıl yoluyla ulaştığı üst normların ortaya çıkışına benzer bir süreç söylemini bu iki alim söylemektedir. Ancak İslami rejim söyleminin takipçileri bazen, felsefi bir üst norm kavramının ötesine geçmekte ve İslami hükümleri kolaycı yoldan ve bir akıl süzgecinden geçirmeden normlar haline getirerek, vahyin olduğu gibi hatta sorgulanmadan uygulanmasını isteyebilmektedir. Bu da zamanın şartlarına göre akli bir değerlendirme yapma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. (Özellikle amelde Şafii, itikatta ise Eşari mezheplerinde buna yönelim çok sıktır. Osmanlı Devleti de esasen Hanefi olmasına rağmen Yavuz Sultan Selim döneminden sonra bu görüşlerin etkisine fazlasıyla girmiş, din siyaset ilişkisi daha katı bir anlayışa bürünmüştür.)

Ayrıca, dini söylemin yayılmasında iktidar mücadelesine dayanan siyasetin kullanılması söylemin felsefesini daraltmakta ve onu kuru bir rekabete indirgemektedir. Dört halife dönemi dahil olmak üzere İslam tarihi hep bu mücadelenin örnekleriyle doludur ve kazanan sadece muktedirler olmuştur. İslam bir şey kazanmış mıdır? Allah bilir. Kuran-ı Kerim’in Rad suresinde, “Siz kendinizi fert fert bir selamete ulaştırmadıkça Allah toplum olarak sizi bir yere getirmez,” denir. Yani Allah’ın bile bireyleri hedefte tuttuğu bir projede İslamcılar siyaset yoluyla toplumu hedef almaktadır. Sonuç İslam tarihinin geldiği noktadır. Kutsala bağlı kalmanın yarattığı psikolojik etkiyi de kapsayan mezhep kavgaları, çatışmalar ve zamanla gerileme. İslam medeniyetinin başlattığı ve Rönesansa öncülük eden bilimsel ve kültürel çalışmaları oluşturan bir iklimden nakil ile akıl arasında dengeyi kurmayıp (Eşarilerin ve özellikler İmam Gazali’nin bunda rolü büyüktür) ilerlemenin durması neticesinde çıkarak, kutsalların çatışmasından kaynaklanan kan ve gözyaşına sürüklenme. İslam’ın vahiy ve peygamber aracılığıyla bir toplumda yarattığı değişimin dayandığı rasyonalitenin kavranamamasıdır bu sonucu yaratan. İnananların penceresinden bakarsak, Allah’ın vahyin yanında aklı da yarattığının ve o aklın vahyin yorumlanmasının yanı sıra güncel sorunların da değerlendirilmesinde de kullanılabileceğinin hatırdan çıkması ve din adamlarının ve o din adamlarının etkisine giren ya da onları siyasi baskıyla etki altına alan siyasetçilerin insaflarına kalmalarıdır. Dini birikiminin iktidar sahiplerinin ikbal heveslerinin emrine vermek istemeyen ve kendisine hem Emeviler hem de Abbasiler döneminde sunulan şeyhülislamlık tekliflerini “fetva devletin emrine girmez” diyerek reddeden, içtihatlarının camilere asılmasını bile kabul etmeyen ve bunun bedelini Abbasi zindanlarında katledilerek ödeyen Ebu Hanife’nin idrak edilememesidir.

İslam Hukuku aynı Roma Hukuku gibi dünya medeniyetine önemli katkılar sunmuş, içinden önemli müçtehitler çıkarmıştır. Ancak bu hukuk yazımızın başında da dediğimiz gibi ilahi değil beşeri bir hukuktur. Her beşeri kavram gibi o da zamanın ilerlemesine göre bir değişime uğrama ya da kendini yenilemek durumundadır. Aksi halde hükmünü yitirme akıbetine uğraması kaçınılmazdır. Hele hukuk gibi siyasetle içli dışlı bir kavramın siyasetin dayandığı ikbal ve iktidar mücadelelerinin aracı bazen de kurbanı olma olasılığı bu kadar yüksekken. Nitekim dini yönetim anlayışı da hem Hristiyan hem de Müslüman toplumlarda sorgulanmaya başlamış, siyasetin seküler yani dünyevi bir mesele olduğu idrak edilerek devletlerin laikleşme süreci başlamıştır. Bu süreç Hristiyan topluluklarda kilisenin egemenliğinin sınırlanması, Müslüman topluluklarda ise tedricen (Osmanlı Devleti’nin son zamanları ve Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi) İslam hukukunun siyasetten uzaklaştırılması şeklinde tezahür etmiştir. Her ne kadar cumhuriyet döneminin ilk yılları laikliği salt devletin değil toplumun da laikleşmesi şeklinde uygulamışsa da (ezanın Türkçe okunma zorunluluğu gibi) çok partili siyasi hayata geçildikten sonra din devlet ilişkileri bakımından daha makul arayışların yolu açılmıştır. Ancak bu konuda hala geniş bir mutabakat göreceli olarak daha iyi durumda bulunun Türkiye Cumhuriyeti de dahil olmak üzere İslam ülkelerini de kapsayacak şekilde ne yazık ki mevcut değildir. Bu mutabakatın sağlanmasının tek yolu da din ile siyaset arasındaki ayrımın kesinlikle yapılmasıdır. Bunu yapabilmek için de sadece devletin insanların dini yaşamlarına kısmen müdahale kısmen de yönlendirme yapmaktan geri adım atması değil, dini hassasiyeti olanların da siyasetin arkasında durağan ve anakronik kalmış bir dini yorum ya da algının bulunmasının dini bir mecburiyet olmadığını artık idrak etmeleri lazım.

Cumhuriyetin temel paradigmalarının uygulanmasının yukarıdan aşağıya ve bazı dönemlerde şiddeti artmak üzere vesayet altında gerçekleşmesi nedeniyle başka bir deyişle Türk modernleşmesinin yarattığı bazı sancılardan dolayı toplumda bazı kutuplaşmaların gerçekleştiği aşikardır. O “vesayet” kalkmış görünse de devlete şu anda “hakim” görünen zihniyetin din devlet ilişkisine bir önceki zihniyetten farklı ama aynı mobilizasyon anlayışıyla bakma potansiyeli de hayli yüksektir ve bunun emareleri de kısmen görünmektedir. Bu da aynı şekilde siyasetin gücüyle olabilmektedir ve din yine bir ikbal mücadelesinin aracı olarak kullanılabilme riski taşımaktadır. 17 Aralık yolsuzluk soruşturmasına dayanak teşkil eden bazı hususlarda yazımıza konu olan Hayrettin Karaman Hoca’nın da karıştırılmış olması bu emarelerin yansımalarından biridir.[2] Hoca dinle siyaset ilişkisine çok fazla önem verirken, bunun böyle sonuçları olabileceğini de idrak etmiştir umarım.

Siyaset kutsal bir kavram değil. İçinde iktidar ve ikbal hırsını barındırdığı için de dinle aynı düzleme düşmesi dinin kutsallığını zedeler. İdeallerin yayılmasının da tek aracı değil siyaset. Rahmetli Erol Güngör, “Medeniyeti siyasetçiler değil, bilim adamları ve sanatçılar yapar,” der. İslam’ın getirdiği felsefenin yayılmasını isteyenlerin konuya biraz da bu zaviyeden bakmasında fayda var.

 

 

[1] http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HayrettinKaraman/islam-demokrasi-ve-medine-vesikasi/53922

[2] Hayrettin Karaman yolsuzluğa fetva verdi iddialarına karşı Yeni Şafak Gazetesi’nde 27.12.2013 tarihinde çıkan yazısında şu ifadelere yer vermişti: “Bazılarının iftira ettikleri gibi bana başbakan, belediye başkanı iken, 'Hocam, daha güçlenmemiz, davayı sağlama almamız gerek. İhale verdiğimiz kişilerin kârlarından komisyon alabilir miyiz?' diye bir soru sormadı ve ben de ne ona, ne de bir başkasına 'Evet' diye cevap vermedim.

Bana o değil ama birçok kişi, 'Devletten veya belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır' diye sordular.

Buna verdiğim cevap şudur:

Hayır işlesin diye teşvik ve sevkettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan ecir (sevap) alamazlar. Ama kayıtlı ve şeffaf olmaları şartıyla hayır kurumları bundan istifade edebilirler; çünkü onların bir zorlamaları ve baskıları söz konusu değildir, verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir.” Yani hoca parayı veren sevap kazanmaz ama alanınki de rüşvet sayılmaz demiş, verilen ihale karşılığında dernek ya da vakıflara para gönderilmesini meşrulaştırmıştır.

Yorum göndermek için lütfen giriş yapın.