Bilimar

Hakkımızda

Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi (Bilimar), Türkiye’nin karşılaştığı; siyasi, sosyal, ekonomik Devamı...

HİZMETLERİMİZ

Günlük siyasi ve sosyal gelişmelerin yanı sıra orta ve uzun vadeli yaklaşım gerektiren konularla ilgili kapsamlı Devamı...

VİZYON

Türk bilim hayatına özellikle sosyal bilimler alanında katkıda bulunmak, Türkiye'nin bilimsel çalışmalarda Devamı...

HEDEFLER

1 Haziran 2012 yılında kurulan merkezin ağırlıklı olarak hedefi; uygulanan ya da uygulanması gereken Devamı...

GEZİ PARKI OLAYLARININ ANALİZİ

25.06.2013

Türkiye 1980’li yılların başından itibaren ekonomik ve sosyal anlamda önemli bir değişim sürecine girdi. Serbest piyasaya geçiş, uluslararası politik ve ekonomik aktörlerle entegrasyon teşebbüsleri sonucunda daha girişimci, dünyayı çok daha iyi takip eden bir orta sınıf gelişmesine yol açtı. Bu hızlı değişim beraberinde gelir dağılımında adaletsizlik, işsizlik ve nihayetinde ard arda ekonomik krizler getirse de toplumun vizyonunda önemli hareketlilik meydana getirdi. Önce ANAP’ın tek başına hükümet ettiği dönemler sonra muhtelif partilerin yer aldığı koalisyon dönemleri içerisinde Türkiye bu eksende gelişmeye devam etti.

 

 

 

2001 krizinin sonrasında iktidara gelen AKP iktidarı da ilk seçim zaferine yol alırken bu değişimi gözönüne alarak hareket etti. İçinden çıktığı MSP- Refah- Fazilet geleneğinin benimsediği sosyal ve ekonomik anlayıştan ziyade daha dışa açık, uluslararası ilişkileri farklı açılardan değerlendirebilen, uluslararası camiayla AB ile olan ilişkileri içerecek şekilde benimseyen bir dil kullandı. Ekonomik ve siyasi istikrar, asker ve yargı baskısının hafifletilmesi neticesinde ardı ardına kazandığı üç seçim boyunca da bu dili fazla değiştirmedi.

Ancak 2011 Haziran seçimlerini müteakip üçüncü kere tek başına iktidara geldikten sonra AKP yönetiminde Başbakan Erdoğan’ın şahsi yaklaşımında vücut bulan bir üslup ve tavır değişikliği söz konusu olmaya başladı. Kendi zihnindeki muhafazakar dünya algısına uygun bir toplum özlemi gittikçe söylemine yansımaya başladı. “Dindar bir nesil istiyoruz”, “kürtaj bir cinayettir” gibi bir başbakan ifadesinden ziyade belli bir dünya görüşüne sahip sıradan bir vatandaşın zihnindeki algıların yansımasına benzeyen, amiyane tabiriyle kahvede sohbet eden vatandaşların diline yakın bir üslup ve içerik taşıyan bu söylemin akabinde bunları destekleyici politik uygulamalar gelmeye başladı. Kamuoyunda 4+4+4 olarak bilinen temel eğitim yasasının değiştirilmesi, kürtajla ilgili bir takım yasal değişiklikler ve en son meclisten geçen alkol yasası bu politik uygulamaların başat unsurları olarak karşımıza çıktı. Siyaset üzerindeki asker ve yargı baskısının neredeyse tamamen ortadan kaldırılması neticesinde milli bayramların farklı bir bakış açısıyla ele alınması ve neredeyse kutlanmasının engellenmesi de bu yönelimin diğer unsurlarını pekiştirdi. Artık Başbakan Erdoğan ülkedeki gücünü konsolide etmiş ve aklından her geçeni yürürlüğe koyabilecek bir anlayışa sahip olduğu algısı toplumun geniş kesimlerine yayılmıştı.

Yayalaştırma projesi kapsamında İstanbul Taksim’deki Gezi Parkı düzenlemelerine yönelik uygulamalar ve Topçu Kışlasının yeniden inşasını içeren planlar Başbakan’ın ağzından AVM ve rezidans yapımını da kapsadığının ifade edilmesi de bu algıyı pekiştiren en son unsur olarak ortaya çıkınca akabinde yoğun bir muhalefete sebep oldu. Ağaçların sökülmesine karşı olan bir grup 27 Mayıs günü Gezi Parkına kamp kurdu ve çalışmalara engel olmaya başladı. 31 Mayıs sabaha karşı polis adeta bir şafak operasyonuyla eylemcileri bölgeden uzaklaştırmaya çalışınca direniş başladı. Direnişi engellemek için polisin biber gazı ve tazyikli su kullanması ve kurulan çadırları yakması tepkinin daha da artmasına ve yayılmasına neden oldu. Önce İstanbul Taksim’de başlayan direniş, sonra Beşiktaş’a ve en sonunda hemen hemen bütün Türkiye’ye yayıldı.

Çıkış noktası ağaçları koruma olarak görülen bu eylemin kuşkusuz önemli bir arka planı var ve o plan da AKP yönetiminin güçlülüğünün toplum nezdinde yarattığı algı. Bu algı neticesinde başbakanın politikalarına ne kadar muhalefet eden kesim varsa Gezi Parkı eyleminin arkasında birleşti. Başbakanın kafasındaki daha doğrusu söylemden eyleme geçirdiği muhafazakar anlayış, yazının başında değindiğimiz değişen ve gelişen toplumun vizyonuna dar gelmişti. Bu anlayış dediğim dedikçi bir tavırla birleşince de toplumsal muhalefet önemli bir ivme kazanmış oldu.

Tabii üç kere üst üste seçim kazanmış bir başbakan bunu göremedi mi? Yoksa belli bir dönemeçten sonra daha keskin bir pozisyon alma ve o pozisyonla taraftarlarını tahkim etme anlayışı daha mı baskın gelmişti? Önümüzdeki yıl cumhurbaşkanlığı seçimleri olduğu düşünülürse ikinci seçenek biraz daha ağır basıyor gibi. Bilindiği gibi 2007 yılında yapılan anayasa değişikliği ile cumhurbaşkanını halkın seçmesi kabul edilmişti. Daha sonra bu anayasa değişikliğine uyum çerçevesinde yapılan yasada, mevcut cumhurbaşkanının tekrar seçimlere giremeyeceğini ifade eden hüküm Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilince Abdullah Gül’ün önü açılmış oldu. Böylelikle de 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimleri için iki ciddi potansiyel aday ortaya çıkmış oldu. (Potansiyel diyoruz zira henüz ikisi de adaylıkla ilgili bir ifadede bulunmadılar.)

Potansiyel bir rekabet söz konusu olunca da iktidardaki partinin genel başkanının siyasi söylem ve eylemlerini bu minvalde değerlendirmekte fayda var. Bu değerlendirmenin en önemli parçası da tabii ki başbakanın kendi tabanını ve taraftarlarını bir tür tahkimata doğru yönlendirerek safları sıklaştırması ve muhafazakar tabana daha fazla selam göndermesi. Böylelikle de en azından ikinci turda iki kanatlılığın ortaya çıkmasını hesaba katarak olası bir kutuplaşmadan faydalanmak istemesi. Hatta ve hatta birinci turda bile bu sonuca ulaşmayı istemesi bile rahatlıkla tahmin edilebilir. Bu türden bir pozisyon alma daha yoğun bir şekilde kendini hissettirince de Gezi parkı eylemleri bir anda tüm muhalefetin ardında toplandığı bir vesileye dönüştü.

Aslında Gezi parkı eylemlerini gelişen orta sınıfın muhafazakâr bir politikaya tepkisi, daha doğrusu ülke idarecilerinin zihninde olduğu algılanan düşünce kalıplarının bu gelişen toplum yapısına dar gelmesi şeklinde değerlendirmek pekâlâ mümkün. Bu kitlenin Erdoğan'ın zihnindeki veya zihninde olduğu algısını taşıyan muhafazakar hedeflerle uyum sağması biraz zor. AKP’nin Kemalist dönemle ilgili yaptığı eleştirinin yani ülke elitlerinin kendi zihinlerindeki dünyayı topluma empoze etmeye çalıştıkları şeklindeki değerlendirmenin bir benzerini Başbakan Erdoğan’ın kendisinin bizzat yapması bu tepkiyi doğuran en önemli etmenlerden birisi kuşkusuz. Bunun yanı sıra AKP iktidarının asker ve yargı üzerindeki etkinliğini artırmasına ilaveten seçmen nezdinde de gittikçe oylarını artırarak gücünü ülke yönetiminde gittikçe pekiştirmesi, bunun karşısında siyasi muhalefetin alternatif oluşturmakta yetersiz kalması da toplumsal muhalefetin kendini ifadede güçlük yaşamasına, dolayısıyla tepkisini aktarabileceği bir mecra arayışı içerisine girmesine yol açtı. İşte Gezi parkında yaşananlar da bu mecra için bulunmaz bir fırsat oldu.

Olaylara dış dünyanın, özellikle uluslararası basının bakışı da hayli dikkate değer. Renkli devrimler ve Arap Baharı süreçlerinde olduğu gibi son derece hazırlanmış bir görüntü çizdiler ve sadece program yapımcıları değil haber spikerleri bile derinlikli analizler yapmayı ihmal etmediler. Tabii bu Gezi parkı olayının uluslararası güçlerin bir komplosu olarak değerlendirilmesi gerektiği anlamına gelmiyor ama Türkiye’nin gidişatına paralel bir şekilde muhtelif senaryo analizlerinin de yapıldığı oldukça aşikâr. Gidişatın ne olduğunu yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalışmıştık. İç siyasi odakların da bunu anlaması gerekir kuşkusuz ve tabii kendi senaryolarını kurgulamaları da.

İşte bu kurgu çerçevesinde Başbakanın pozisyonu kutuplaşma üzerinden bir siyasi hedef gözetme şeklinde seyredebilir. Bu seyir de siyasi yaşamı keskin bir ayrışıma doğru yöneltebilir. Önümüzde yerel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Bu yaşananların siyasi yansımaları da kuşkusuz ortaya çıkacaktır bu seçim süreçlerinin sonunda.

Erdoğan'ın bir kutuplaştırma stratejisi izlediği doğrudur ama konjonktür 2007 ve 2011 seçimleri ile 2010 referandumundaki konjonktür olmadığını da hesaba katmak lazım. O zamanlar asker ve yargının gücünün yarattığı bir mağduriyet ile bunu aşmaya yönelik yasal, anayasal ve siyasal stratejiler söz konusuydu ve merkez kitle de olmak üzere destek olmuştu. 2011 seçimlerinden sonra ise Erdoğan biraz daha fazla muhafazakar bir pozisyon aldı. Arkasındaki kitleyi tahkim etmeye çalışırken bunun arkasında Abdullah Gül'ün tekrar aday olma olasılığı da var, PKK ile müzakere ederken kaçabilecek milliyetçi oyları muhafazakar algıyla dengelemek de. Ancak Türkiye'nin gittikçe şehirleştiğini düşünürsek ve merkezdeki seçmenin Erdoğan'ın ibadullah destekçisi olmadığını da hesaba katarsak bu kutuplaştırma pek de Erdoğan'ın işine yaramayabilir. Nitekim sürekli olarak geri adım attığını, kendi tabanına selam çakarken bir yandan da savunmada kalıp hızla mevzi kaybettiğini de göz ardı etmeyelim. (En son sökülen ağaçları bile geri diktiler mesela.) Ancak Gezi olaylarıyla ortaya çıkan bu sosyal hareketin aynı zamanda siyasi bir boyut kazanması da önemli zira AKP'den alınabilecek oyların bir yerlere kanalize olması lazım aksi halde Erdoğan'ın yerine Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı ile yola devam da pek sürpriz olmaz. AKP’ye tepki oy kullanmama şeklinde tecelli etse bile kullanılmayan oyların AKP'ye yarayacağı da başka bir gerçek. Geçerli oylar sayılıyor zira. O yüzden AKP'nin oyunu azaltmak yetmez, ondan çıkan oyun akacağı mecrayı bulmak lazım. Mevcut partilerde de bu ışık yok ne yazık ki. Mesela Gezi parkıyla başlayan muhalefeti siyasi yelpazede kim adamakıllı temsil ediyor, biraz muamma. O yüzden o sosyal tepkinin acilen siyasallaşması gerekmektedir. AKP toplumun ne kadarını temsil ediyor diye düşünmekten ziyade muhalefet partilerinin AKP'yi geçip birinci parti olmanın yollarını araması lazım.

Bu oluşumun hangi ideolojiye sahip olacağı da önemli değil. Herkes son yaşananlardan bazı şeylerin ideoloji üstü olduğunu ya da olması gerektiğini anladı. Demokratik haklar, çoğunluk azınlık ilişkisi, demokrasinin sadece sandıktan ibaret olmadığı gibi. Bu konulardaki müşterekler daha da fazla artarsa Türkiye önemli bir eşiği geçmiş olur.

Giray ERGİN

Yorum göndermek için lütfen giriş yapın.