Bilimar

Hakkımızda

Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi (Bilimar), Türkiye’nin karşılaştığı; siyasi, sosyal, ekonomik Devamı...

HİZMETLERİMİZ

Günlük siyasi ve sosyal gelişmelerin yanı sıra orta ve uzun vadeli yaklaşım gerektiren konularla ilgili kapsamlı Devamı...

VİZYON

Türk bilim hayatına özellikle sosyal bilimler alanında katkıda bulunmak, Türkiye'nin bilimsel çalışmalarda Devamı...

HEDEFLER

1 Haziran 2012 yılında kurulan merkezin ağırlıklı olarak hedefi; uygulanan ya da uygulanması gereken Devamı...

KÜRTÇE'NİN SEÇMELİ DERS OLMASI

Salı günkü parti grup toplantısında Başbakan Erdoğan; yeterli sayıda öğrenci olursa Kürtçe'nin seçmeli ders olacağını açıkladı. Yeni ders çizelgesiyle öğrencilerin yerel dil ve lehçeleri öğrenme imkanına kavuşacağını belirten başbakan, ihtiyaç ve talep durumuna göre farklı anadillere sahip vatandaşlarımızın bu kapsamda dillerini geliştirebileceklerini ifade etti.

Türkiye’de 1984’den beri süregelen PKK terörünü ortadan kaldırma doğrultusunda devlet, güvenlik politikalarının yanısıra yeterli düzeyde olmasa da sosyal ekonomik ve kültürel temelli çözüm yolları da aramıştır. 12 Eylül döneminde getirilen Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması, Kürtçe gazete ve dergi çıkarılmasına izin verilmesi, yerel dillerin öğrenilmesi için özel kurs açılması, devlet televizyonunda farklı yerel dillerde yayın yapılmasına izin verilmesi gibi kültürel temelli gelişmelerin nihayetinde Başbakanın grup toplantısında da değindiği gibi Kürtçenin seçmeli ders olarak verilebileceği noktasına gelindi. 1983 tarihli ve 2923 sayılı “Yabancı Dil Eğitimi  Ve Öğretimi İle Türk Vatandaşlarının Farklı Dil Ve Lehçelerinin  Öğrenilmesi Hakkında Kanun”a dayanılarak yapılacak düzenleme ile öğrenciler; yaşayan diller ve lehçeler adı altında, yerel dil ve lehçeleri öğrenme imkanına kavuşacaklar.

Ulus devletlerin inşasında dil en önemli araç olmuştur kuşkusuz . Modernist yani tekçi bir zihniyet üzerine kurulu olan ulus devlet anlayışı çerçevesinde; ulusu oluşturan egemen unsurların veya etnik grubun dili devletin hakim olduğu tüm topraklara şamil edilerek ülkenin tek dili haline getirilmiş, başta eğitim öğretim olmak üzere tüm kamusal alanlarda kullanılan yegane iletişim aracı olmuştur. İmparatorlukların çözülmesinde en etkin rolü oynayan milliyetçi hareketler kendi devletlerini oluşturduklarında bu çözülme tecrübesinden hareketle farklı etnik ve kültürel yaklaşımlara pek bir hayat hakkı tanımamışlardır. Dünya devletler ailesinde muteber bir üye olmak için ulus devlet olma zorunluluğu ve uluslarası hukuk ve buna bağlı kurulan örgütlerin de esasen ulus devleti muhatap almaları nedeniyle bu yapının çözülmesine sıcak bakılmamış ve bu çerçevede çıkarılan yerel ve uluslararası mevzuatta ulus ve vatan bütünlüğü daima esas alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya sahnesinden çekilmesi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sürecinde de kurucu atalar sadece kendi siyasi yönelimleri değil, yukarıdaki satırlarda ifade edilen iç ve dış konjonktür gereği  de ulus devlet anlayını benimsemişlerdir. Başbakan Erdoğan’ın çok sık olarak telaffuz ettiği “Tek devlet, tek bayrak, tek vatan ve tek millet anlayışı” ifadesi işte bu ulus devlet anlayışının ürünüdür ve dolayısıyla Erdoğan ve cumhuriyetin kurucu ataları aynı düzlemde buluşmaktadır. Buluşmalıdırlar da zira halen dünya siyaset sahnesinde halen geçerli olan anlayış ulus devlet anlayışıdır. Ancak bazı değişikliklerle tabi:

Ulus devletin modernist bir anlayışın ürünü olduğunu ifade etmiştik. 20 y.y’ın ortalarından itibaren yaygınlaşmaya başlayan post modern hareketler ise modernizmin eleştirisi olarak ortaya çıkmış ve tekçi bir anlayış yerine daha çoğulcu bir yapı öngörmüştür. Feminizm, çevre hareketleri ve yeni etnik milliyetçi akımlar bu post modern gelişimlerin önde gelen unsurları arasında yer alırlar. İşte ulus devletler de bu yeni akımlara dikkat göstererek bünyelerinde bu akımlardan kaynaklanabilecek muhtemel ve muhtelif talepleri ya da çatışmaları yönetmeye çalışmışlardır. Bu akımlar arasında en önde gelenlerinden olan ve aynı zamanda içinde şiddet öğesini de barındıran etnik milliyetçi hareketler de ulus devletlerin baş etmekte güçlük çektiği oluşumlar olmuştur. Başta Fransa olmak üzere İspanya ve İngiltere gibi ülkeler gerek güvenlik temelli gerekse sosyo- ekonomik ve kültürel düzlemde soruna çözüm aramaya çalışmışlardır.

Konu ile ilgili ülke örneklerini sıralarken Fransa’yı başa aldık zira etnik temelli terörde Korsika meselesi de dahil olmak üzere İspanya ya da İngiltere kadar sorun yaşamamış olsa da ulus devlet anlayışının en katı aktörü olarak kendi anlayışında bazı revizyonlara gitmiş olmasının ulus devletin evrilmesi açısından çok önemli kilometre taşları içerdiği görüşündeyiz. Diğer Avrupa ülkelerine nazaran nispeten daha merkeziyetçi ve milliyetçi bir yapıya sahip olmasına rağmen ülke topraklarında konuşulan tüm yerel dillerini Fransa’nın ortak mirası olarak nitelendirerek anayasasına koymayı gerçekleştirmiştir. Bu nedenle konuya salt terörün zorlaması olarak değil evrensel demokratik standartların geldiği nokta açısından bakmakta fayda var. Yaşanan hızlı toplumsal değişimler, demokrasinin gelişimi ve bunların demokratik taleplere yansıması ulus devletlerin de dil konusunda daha esnek bir tutum takınmasına sebep olmuştur. Bu nedenle İspanya’nın ETA, İngiltere’nin IRA ile olan ilişkilerine, Fransa’nın Korsika meselesine yazımızda girmeyeceğiz. Terörle mücadele çok daha girift ve  komplike unsurlar içerir ve esasen egemenlik kavgası temeline dayanır. Dolayısıyla dil serbestisi ile çözülmesi beklenen bir süreç değildir. Farklılıkların özgürce  ifadesinin toplumsal kaynaşma açısından önemi büyüktür, terörün beslendiği alanın daraltılması açısından da etkinliği vardır bunu yadsımıyoruz ancak terörist unsurların taleplerinin ne olduğu detaylı olarak irdelendiğinde dil serbestisi ile karşılanabileceğini düşünmeyi safiyane demesek bile en azından naif olarak nitelendirmekte fayda var.

Evrensel demokratik standartların geldiği nokta kavramına biraz daha açıklık getirelim. Ülke içinde konuşulan yerel ya da azınlık dillerine serbesti tanıma çerçevesinde hazırlanan en önemli metin 1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartıdır. (European Charter for Regional or Minority Languages). Türkiye’nin kabul etmediği bu sözleşmenin girişinde Avrupa ülkelerinde konuşulan ve resmi dilin dışında nitelendirilen tüm yerel ve azınlık dillerinin Avrupa kültürünün bir parçası olduğu ve korunması gerektiği ifade edilerek ulusal egemenliğe ve toprak bütünlüğüne zarar vermeden özel ve kamusal hayatta kullanılması öngörülmekte, ve bunun Birleşmiş Milletler Yurttaşlık ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan ilkelere ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin ruhuna uygun olan inkâr edilemez bir hak olduğu görüşünden hareketle

Avrupa’nın farklı ülkelerinde ve bölgelerinde, bölgesel veya azınlık dillerinin desteklenmesi ve korunmasının, kültürel çeşitlilik ve demokrasi ilkelerine dayalı bir Avrupa inşa etmeye önemli katkıları olacağı belirtilmektedir. Metnin tamamı ise bölgesel ve azınlık dillerinin kullanım alanlarına değinmiş ve bu alanlarda devletlerin uygulayabileceği seçeneklere yer verilmiştir. (Devletin dilin eğitimi öğretimi ve kullanımı ile ilgili oluşumları bizzat kurma, destek olma, zemin hazırlama ya da izin verme gibi)

Türkiye’de gelinen nokta ise henüz bunun oldukça gerisinde çünkü yukarıdaki uluslararası metin başta eğitim öğretim olmak üzere, ticari hayatta imzalan sözleşmeler de dahil olmak üzere tüm özel ve kamusal faaliyetlerin yerel dillerle yapılmasını öngörmektedir. Bizde ise konu henüz seçimlik ders aşamasındadır. Tabii bu noktada yerel dil azınlık dili gibi kavramlara da açıklık getirmekte fayda var. Aslında bu kavramlar uluslararası hukukta  devletler tarafından resmen tanınan ve sınırları kesin çizgilerle belli olan içeriklere sahiptir. Yani bir topluluğa azınlık diyebilmek için o topluluğun bu özelliğinin devlet tarafından bazı yasal metinler aracılığı ile ifade edilmesi gerekmektedir. Ülkemizde ise azınlık kavramının tanımı Lozan Antlaşmasına dayanmaktadır ve buna göre azınlık olarak sadece gayri müslim topluluklar tanınmıştır. Başka bir deyişle müslüman unsurlar ki Kürt kökenli vatandaşlar da buna dahildir azınlık olarak nitelendirilmezler. Azınlık olarak nitelendirilen gayri müslim unsurların Lozan Antlaşmasıyla güvence altına alınan hakları ise Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı’nın ruhu ile uyumludur. Bu noktada Türkiye açısından bir mesele yok, mesele müslüman unsurların farklı dil talepleri ile ilgili ve bundan dolayı da Türkiye sözkonusu şartı imzalamaktan imtina etti. Ancak yerel dillerle ilgili sözleşme metninin bölgesel ve azınlık dilleri kavramına bölgesel ve azınlık tabirlerinin uluslararası hukuktaki ifadesinden biraz daha geniş bir yorum getirdiğini de not edelim. Şartın tanımlar bölümünde; "bölgesel veya azınlık dilleri”nin tarifi aşağıdaki gibidir:

i.Bir Devlet’in toprakları içinde bu Devlet’in geriye kalan nüfusundan sayıca daha az bir grup oluşturan vatandaşları tarafından geleneksel olarak kullanılan ve

ii. Devlet’in resmi dil(ler)inden farklı olan; Devlet’in resmi dilinin diyalekti ve/veya göçmen dillerinin diyalekti kapsam dışındadır;

b. "bölgesel veya azınlık dilinin kullanıldığı toprak”, belirtilen dil grubunun bu Şart tarafından sağlanan çeşitli koruyucu ve destekleyici önlemlerin alınmasını mazur gösterebilecek sayıda kişi tarafından ifade aracı olarak kullanıldığı coğrafi alandır;

c."toprağa bağlı olmayan diller” o devletin vatandaşları tarafından kullanılan ve devletin geri kalan nüfusu tarafından kullanılan dil(ler)den farklı olan, geleneksel olarak o devletin sınırları içinde kullanılmakla birlikte belirli bir alan ile tarif edilemeyen dillerdir.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere o ülke topraklarında konuşulan ve resmi dil dışındaki her dil (lehçeler hariç olmak üzere) bu kapsamın içerisine giriyor. Dolayısıyla Kürtçeyi veya Türkçe dışında bu topraklarda konuşulan diğer dilleri de bu sözleşme çerçevesinde değerlendirmenin Türkiye’nin azınlık statüsüne yüklediği tanımla çelişmeyeceği, farklı dillere sahip gruplara bu hakkı vermenin o toplulukları otomatikman azınlık haline getirmeyeceğini söyleyebiliriz. Yani statüsel bir tanıma olmadığı müddetçe ve isimlendirme yapmadan verilecek bir serbesti uluslararası hukuk açısından bir sıkıntı yaratmayacaktır kuşkusuz. Nitekim bu sözleşmeyi imzalayan ülkelerin önemli bir kısmı da yasa ya da anayasalarında statüsel bir farklılık izlenimi yaratacak ifadelerden kaçınmışlardır.  Yazının genelinde ulus devlet hassasiyetine vurgu yaptığımız Fransa da aynı hassasiyetten hareketle “sözleşme, azınlıkları korumayı ve tanımayı dayatmadığı grup terimini azınlık veya bölgesel dillere ilişkin kollektif haklarla ölçüştürülmediği takdirde kabul ederiz” demiş ve özellikle yerel dillerin mahkemelerde kullanımı ile ilgili maddelerine çekince koyarak şartı imzalamıştır.

Türkiye’nin yıllar boyunca konuya Fransa ile benzer yaklaşımı sergilediğini ifade etmekle beraber, ihtiyatlı hareket tarzının arkasındaki esas meselenin ise hali hazırda güneydoğuda yaşadığı terör eylemleri ve bu eylemleri gerçekleştiren örgütün bağımsızlığa kadar giden bir siyasal stratejisinin bulunduğunu  dikkatle not etmek gerekmektedir. Özellikle komşu üç ülkede de Kürt varlığının olması, bu ülkelerden Irak’ın kuzeyinde bağımsızlığa çok yakın bir yapının kurulmuş olması, terör örgütünün eylem stratejisinin Türkiye dahil 4 ülkedeki Kürt topluluklarının birleştirilmesini kapsaması nedeniyle etnik meselelerin çözümü konusunda ülkemizin elinin çok da serbest olmadığını rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu nedenle konuya kişisel bir hakkın kullanımı seviyesinde bakmak yeterli olmayabilir. Ulus devletlerin inşasında dilin oynadığı rolü hatırlarsak etnik milliyetçilikten uluslaşmaya evrilmenin en önemli aracının dil olduğu inkar edilmez bir gerçektir ve henüz komşu coğrafya da dahil olmak üzere yeknesak bir Kürtçeden bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de bile iki ayrı lehçe (Kirmançi ve Zaza) konuşulmaktadır. Dolayısıyla standart bir yerel dil politikasının farklı etnik grupların uluslaşmasına katkıda bulunacağı açıktır. Nitekim T.C devleti de seçimlik ders konusunda belli bir standardizasyona gitmekten kaçınmış ve Talim Terbiye tarafından hazırlanacak programların tek bir lehçenin empozasyonu şeklinde değil de vatandaşın lehçe tercihine göre şekillendirilmesi benimsenmiştir. (Örneğin yeterli sayıda talep varsa zaza ve kirmançi lehçesinde ders verilmesine imkan verecek sınıfların oluşturulacağı bizzat Talim Terbiye Kurulu Başkanı tarafından açıklanmıştır) Dolayısıyla Türkiye’nin farklı yerel dillerin öğrenimine imkan tanımasını vatandaşların taleplerini karşılama şeklinde gerçekleştirmesi demokratik anlayış açısından olumludur. Ancak konu Türkiye’nin gündemine terörle mücadele sürecinde geldiği için terör örgütünün, yandaşlarının ve Kürt siyasi hareketinin konuya yaklaşımını detaylı olarak irdelemekte fayda var.

Tahmin edilebileceği gibi etnik siyaseti siyasal stratejilerinin başat unsuru yapan oluşumlar ve terör örgütü yandaşları seçimlik ders konusunu yetersiz gördüklerini anadilde eğitimin uygulanması gerektiğini ifade etmeye başladılar. Şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki anadilde eğitim de kabul edilse aynı aktörler bunun da yetersiz olduğunu, bölgesel ya da azınlık haklarının verilmesinden self determinasyon hakkına ve sonunda federatif çözümden bağımsızlığa kadar geniş bir skalada isteklerinin daha da artacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. Nitekim demokratik özerklik projeleri de bu aşamaların önemli bir bölümünü içermektedir. Dolayısıyla yerel dillerin serbestçe kullanımına izin vermenin terör örgütü ve eylemleri karşısında bir pozisyon almanın gereği olarak yapılıyor olması konuyu demokratik ya da bireysel bir hakkın kullanımından çıkarır ve taviz niteliğine büründürür. Bu taviz taleplerinin devamı gelecektir kuşkusuz. Bu nedenle terörizm ile mücadelenin esasen bir güvenlik mücadelesi olduğu ve terör örgütünü silahları bıraktıracak noktaya getirmeden bu mücadelenin kazanılmayacağının artık kavranılması gerekir. Neticede devlete başkaldıran ve sivil asker demeden binlerce vatandaşımızın yaşam hakkına kast eden bir oluşum ile demokratik hukuk devletinde mücadelenin koşulları yakalamak, yargılamak ve gereken cezayı vermektir. Mücadele yerine müzakerenin tercih edilmesi devletin terörizm ile mücadelede aczini ve mağlubiyetini tescili anlamına gelir ki bu yola tevessül edenlerin masaya hangi hedeflerle oturması gerektiğinin hesabını iyi yapması gerekmektedir. Neticede müzakere masası bir taviz ve al-ver masasıdır ki Türkiye’nin hangi tavizlere kadar elinin açık olduğunu ayrıca irdelemek lazım. Yazımızın konusu terörle mücadele olmadığı için bunun detaylarına çok girmeyeceğiz ama unutmayalım ki terörle mücadele ile demokratik, bireysel hak ve taleplerin dikkate alınması tamamen birbirinden ayrı boyutları olması gereken konulardır ve bunların birbirine karıştırılması meseleyi daha da içinden çıkılmaz noktalara getirebilir

Sonuç olarak insanların kendi anadillerinde bir takım taleplerinin olması ve kültürel yönde bir bilinçlenmeye gitmek istemeleri son derece doğaldır. Bu yaklaşıma sahip kişilere empatik yaklaşmakta fayda var ancak bu taleplerin şiddetle ve bir takım siyasi hedeflerle kaynaşmış bir şekilde sunulmasının bu ülke insanlarının menfaatine olmadığı açıktır. Seçmeli ders olsun diyenlerin, hayır yetmez anadilde eğitim olsun diyenlerin hepsinin görüşleri muteberdir ve tartışılmaya değerdir ancak konunun evrensel demokratik standartların geldiği noktada değerlendirilmesi ve buna göre çözümler üretilmesi ve bu çözümlerin nihayetinde ulusal birlik ve egemenlik ile toprak bütünlüğüne halel getirmeden yürürlüğe konması gerekmektedir. Unutmayalım ki Türkiye bir ulus devlettir ve dünya sahnesindeki tüm ulus devletler gibi topraklarında tek bir millet yaşamaktadır ve bu millet Türk milletidir. Milletin adının Türk olmasından; Türk kökeninin ülkede yaşayan diğer etnik kökenlere üstün olduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Farklı kökenleri de birarada tutan bir yapıdır ve nitekim ulus da bu anlama gelmektedir. Bu hem iç hukuk açısından böyledir; anayasamıza göre devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür zira, hem de TC pasaportuna sahip olan herkesi Türk gören uluslararası hukuk aynı yaklaşımı sergiler. Adam istediği kadar ben Türk değilim desin pasaportunda TC damgasını gören yabancı polis onu Türk diye nitelendirecektir. Kökeni ne olursa olsun başbakanların isimlerinin altında Turkish prime minister yazması gibi. Dolayısıyla bu topraklar üzerinde yaşayan herkes etnik kökeni ne olursa olsun Türk milletinin bir parçasıdır. Kürtçe ve diğer yerel dillerin de bu ülkenin ve bu milletin bir parçası olması gibi. Fransız anayasasında yazıldığı şekliyle söylersek; “yerel diller bu ülkenin ortak mirasının bir parçasıdır”.

Yorum göndermek için lütfen giriş yapın.