15.03.2013
PKK yaklaşık 19 ay önce kaçırdığı kamu görevlilerimizi bir tutanak ve protokol eşliğinde BDP heyetine teslim etti ve görevlilerimiz yurda giriş yaparak ailelerine kavuştular. Başka bir deyişle Türk devleti kendi çalışanlarını kurtarmayı başaramadığı için PKK’nın bir tür törensellik eşliğinde teslimatına tabi olarak bu kişilerin canlarını kurtarmayı sağladı. Her şeyden önce vatandaşlarımızın sağ salim yurda dönmüş olmaları sevindiricidir. Bununla birlikte artık bazı hususları da sorgulamadan geçemeyeceğiz.
Abdullah Öcalan BDP heyetleriyle bir araya gelmesiyle başlayan PKK ile görüşme maratonunun ikinci raundunda önemli eşiklerden biri kaçırılan kamu görevlilerin serbest bırakılmasıydı ve PKK koşulsuz olarak, elindekileri serbest bırakmak suretiyle bu aşamanın da geride kalmasını sağladı. Burada iki nokta var ki irdelemeden geçmemiz olmaz:
Bunlardan birincisi konu ile doğrudan ilişkisi olmasa bile Abdullah Öcalan’ın bağımsızlık hedefinden kısmen gerim atmasının yansımasıdır. Bilindiği gibi PKK dört ayrı ülkede (Türkiye, İran, Suriye ve Irak)’ta yerleşik Kürtlerin bir araya gelerek Büyük Kürdistan’ı oluşturma hedefi üzerine tüm stratejisini kurmuştu. Ancak hem bunu gerçekleştirebilecek silahlı kapasiteden yoksunluğu hem de iç ve dış konjonktür şimdilik bunu imkansız kılıyordu. Özellikle uluslararası hukuk, sınırların değişmezliği ilkesine sahip olduğu için, doğrudan bir silahlı mücadele yoluyla toprakların bir kısmında bağımsızlığa kadar giden bir egemenlik kurmanın şartları tam oluşmadığından dolayı bu hedefin revize edilmesinde karar kılındı. Daha doğrusu dışarıya yansıtılış biçiminde. Zira örgüt bağımsızlığa giden yolda doğrudan bağımsızlığı sağlayıcı politikalara gerek kalmadığını anladı. Bunun yerine self determinasyonun şartlarını kolaylaştırıcı adımlar atmaları daha mantıklıydı. Burada biraz self determinasyondan bahsetmekte fayda var. BM Sözleşmesinde bir prensip olarak yer alan self determinasyonun bir hak şeklinde tezahürü yine BM nezdinde yapılan muhtelif sözleşmeler aracılığı ile gerçekleşmiştir ve buna göre kendi kaderini tayin hakkından bahsedilebilmesi için iki şarta gerek vardır: 1. Bunu talep eden halkın bir sömürge ülkesi halkı olması 2. İçinde yer aldıkları ülkenin anayasasının bu hakkın kullanımına izin vermesi. Dünya savaşlarının bitmesinden sonra ortaya çıkan bağımsız devletler birinci maddeye göre, soğuk savaş sonrası ortaya çıkan devletler ise ikinci maddeye göre bu hakları kullandılar.[1] Ortadoğudaki Kürtler sömürge halklarından sayılmadıkları için birinci maddeye göre bir kendi kaderini tayin hakkı mümkün değil. Geriye diğer şık kalıyor yani içinde yer aldıkları ülkenin anayasal sisteminin değişmesi. Bunun ilk adımı 2003 yılındaki ABD işgali sonrası Irak Anayasasında yapıldı. Saddam döneminde kaldırılan kısmi özerklik daha geniş yetkilerle Kürtlere verildi ve Kürdistan Özerk Yönetimi adı altında bir resmiyet kazandı. Kürtçe, Arapça’nın yanında ikinci bir resmi dil oldu. Henüz anayasada bir self determinasyon hakkı söz konusu değil ama bir antite olarak resmen tanınıyorlar. İran Anayasası’nda resmi bir tanıma söz konusu değil ancak farklı etnik gruplara belli bir isim zikretmeden muhtelif haklar veren ibareler mevcut. Suriye’de ise Esad rejiminin yarattığı şiddet ortamından faydalanarak PKK’nın Suriye kolu PYD’nin ülkenin kuzeyinde elde ettiği fiili durumu da dikkate alırsak dört ülkenin üçünde kısmen resmi, kısmen de fiili olarak Kürtlerin varlığı tescil edilmiş durumda. Bu noktada henüz değişmemiş ülke ise Türkiye. Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti sadece gayri Müslimleri azınlık olarak tanıyan, etnik gruplara ise herhangi bir şekilde imtiyaz tanımayan bir devlettir. Dolayısıyla PKK’nın ülke içinde egemenliğini tesis etmesine imkân verecek herhangi bir anayasal mekanizma mevcut değildir. Türkiye’nin yeni anayasa yapımında başkanlık sistemini de içine alan yeni bir dönemece girilmesiyle PKK ile görüşmelerin aynı zamana gelmesi de tesadüf değil ve bunun ayrıntılarına da “Mücadeleden Müzakereye Kürt Meselesi ve Terör” başlıklı yazımızda değinmiştik.[2] Kısacası PKK’nın siyasi anlamda hareket kabiliyetini artırıcı ve Kürtlerin bu sıfatla resmen tanındığı bir siyasi düzlem onlar için önemli bir eşiğin atlanmış olması demek. Tabii anayasa tartışmaları şimdilik Kürt adının anayasaya konmasından ziyade Türk adının çıkarılması üzerine kurulu ama bir şemsiye görevi gören üst kimliğin ortadan kalkmasıyla alt etnik kimliklerin kendine bir hareket alanı bulması kolaylaşacağı için şimdilik o kısım bile hem silahlı hem de siyasal Kürt hareketi için yeterli olacaktır. Buna ilaveten üniter sistemin biraz gevşediği, özerk yapıların da daha ön plana çıkacağı bir tablo da silahın gölgesindeki Kürt siyasal hareketine daha geniş bir alan bırakacaktır. Bütün bu aşamalar tamamlandıktan sonra sıra etnik kimliklerin de anayasal zeminde tanınmasına gelir ve bütün bu gelişmeler self determinasyon hakkının da eklenmesine kadar hızlıca devam eder. Gördüğünüz gibi PKK’nın silahla TC’yi yıkmasına gerek yok. Bu aşamaları pürüzsüz atlatması kafi.
İkinci nokta ise yukarıdaki paragraflarda anlattıklarımızın bir devamı ve yazımızın esas konusu ile ise doğrudan ilişkili. Kamu görevlilerin PKK tarafından BDP heyetine teslim edilmesi esnasında ortaya çıkan fotoğrafa baktığımızda bir tür savaş esiri teslimi ritüelini apaçık görmekteyiz. Cenevre Savaş Esirleri Sözleşmesinin esirlerin iadesini düzenleyen 118 ve 119. Maddeleri çerçevesinde yapıldığı izlenimi veren iade sürecinin TC. ile PKK’yı savaşan iki unsur olarak sunma amacı taşıdığı aşikar. Böylelikle uluslararası arenada zımnen kabul görme stratejisini de içinde barındırıyor. Yukarıdaki paragraflarda değinmeye çalıştığımız yurtiçi kabulün üzerine uluslararası bir kabulün de eklendiğini düşündüğümüzde PKK’nın bir terör örgütü olma vasfından hızla uzaklaşarak İngilizcede belligerent community denen (savaşan topluluk) statüsüne doğru evrilmeye başlamasının da yolları döşenmiş hale geliyor. Bu durumda ne olmuş yani biz vatandaşlarımızı kurtardık, sağ salim döndüler ya demenin de bir anlamı kalmaz zira müteakip olaylar ve adam öldürmeler artık terör örgütünün bir işi olarak adlandırılmaz, savaşan taraflardan birinin isyanı şeklinde tezahür eder ve sizin devlet olarak ne iç hukuk açısından ne de uluslararası hukuk açısından bunu engelleyici hiçbir mekanizmanız olmaz. O zaman örgütün şehit ettikleri asker ve polis ve katlettiği masum siviller terörün kurbanı değil bir savaş halinin doğal zayiatı haline gelirler ve savaş hukuku çerçevesinde muamele görürler. Yurt içinde bunu engellemek isteseniz kendi vatandaşınızı katlediyor durumuna düşersiniz, sınırötesi operasyonu ise havadan bile yapamazsınız zira o hak hem uluslararası hukuk tarafından hem de Irak ile yaptığımız anlaşmalarda terör eylemleri için verilmiştir. Terör diye bir nitelendirme olmazsa o operasyonları da unutun.
Yazılarımda sürekli olarak kullandığım bir ifade vardır. Demokratik hukuk devleti sıfatına sahip herhangi bir devletin terörü engelleme biçimi; teröristi yakalamak, yargılamak ve suçlu olanı mahkum etmektir. Eğer bunları yapmaz, onunla masaya oturmayı tercih eder ve de talep sizden gelirse bu, yenilgiyi peşinen kabul ettim anlamına gelir ki bunun normal görülecek herhangi bir tarafı yoktur. Hatta o oturduğunuz masada Türkiye’nin anayasal durumunu müzakere eder, hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk açısından sizi bağlaması muhtemel bazı gelişmelere kapı aralarsanız, askeri bir operasyonla alıp getirebileceğiniz görevlilerimizi böyle esir pazarlığı şeklinde geri alırsınız. Cilvegözü sınır kapısında meydana gelen bombalama eyleminin zanlılarını paketleyip getirmeyi marifet sayarsınız ama kendi görevlilerinizi kurtarmaktan aciz bir duruma düştüğünüzün de hiç farkına varmazsınız.
GİRAY ERGİN
[1] Sovyetler Birliği’nin dağılıp, birliği oluşturan cumhuriyetlerin bağımsızlık kazanması Sovyetler Birliği Anayasası’nın self determinasyona izin veren 17. Maddesi sayesinde gerçekleşmiştir.
[2] http://www.bilimar.com/tr/dis-politika-ve-ulusal-guvenlik/terorle-mucadele-ve-ic-guvenlik/141-muecadeleden-muezakereye-kuert-meselesi-ve-teroer.html