13.03.2013
“Siyasetle müzakere, terör örgütü ile mücadele ederiz.” Bu cümleyi 2009’daki açılım sürecinin başından beri Başbakan Erdoğan’ın ağzından müteaddit defalar duyduk ve hala duymakta devam ediyoruz. 1999 yılında Apo’nun yakalanması ile yavaşlama sürecine giren PKK terörü, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında minimum seviyelere inmişti. 2003 yılında 1 Mart tezkeresinin reddi ve akabinde ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan yeni süreçte PKK tekrar toparlanma dönemine girdi ve 2004 yılında terör olayları artan bir yoğunlukta tekrar ülke gündemine gelmeye başladı. Artan bu yoğunluk, sonunda bizi 2009 yılındaki açılım sürecine kadar getirdi.
ABD yönetiminin Irak’tan çekilme kararı alması Kuzey Irak’taki Kürt oluşumunun güvenliği açısından yeni bir değerlendirme ihtiyacı doğurmuştu. Irak’taki diğer güçler arasında kalıp, ezilmesini istemediği bu oluşunun güvenliği açısından ABD’nin güvenme ihtiyacı hissettiği ülke Türkiye idi. ABD, Türkiye’den bu yardımı isterken PKK terörünün tedricen ortadan kaldırılması yönünde yardım taahhüdünde bulunmuş ancak bunun gerçekleşebilmesi için de Türkiye’nin Kürt meselesi nezdinde bazı yaklaşımlar benimsemesi gerektiğine dair ilave taleplerde bulunmuştu. İşte “Kürt Açılımı” “Demokratik Açılım” ve en son “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” gibi çeşitli adlar altında gündemimizi 2009 yılından beri meşgul eden açılım hikayesinin arka planı buydu.
Ancak hesaplar tutmadı. Habur skandalı yani sınırdan üzerinde terör örgütü kıyafetleriyle girip gösteriler yapanların ve Türkiye’nin adalet mekanizmalarının bir parçası olan yargıçların bu teröristlerin ayağına kadar gidip seyyar mahkemeler kurmalarının yarattığı infial, açılımı sekteye uğrattı. Devlet terörle mücadelenin şiddetini artırdı. Akabinde de yargı aracılığı ile KCK tutuklamaları yani PKK’nın şehir yapılanmasının bir parçası oldukları iddiasıyla bazı siyasi kişilerin yargıç önüne çıkarılmaları aşaması başladı.
Tabii bütün bu gelişmeler yaşanırken devlet bir yandan da el altından terör örgütü ile görüşmelerini sürdürüyordu. Kamuoyunda Oslo görüşmeleri diye bilinen PKK’nın Avrupa kanadı ile Türkiye’nin istihbarat yetkililerinin görüşmeleri basına sızdı. Bu sızmanın yarattığı infiali AKP iktidarı bir şekilde yatıştırmayı başardı ama özellikle 14 Temmuz Silvan saldırısı bu görüşmelerde meydana gelen tıkanmanın bir sonucu olarak meydana geldiği fikri ağır basınca Türk devleti açılım sürecine yine ara verdi ve silahlı mücadele ve bunla paralel yargı tutuklamaları hızlanarak devam etti.
Bu çatışmaların devamında PKK devrimci halk savaşı adı verilen ve geniş kitleleri de çatışma ve mücadele ortamına çekmeyi amaçlayan bir harekete tüm şiddetiyle girişti. Özellikle Suriye’de yaşanan kaosun yarattığı konjonktürel durumdan da faydalanarak yaptığı bu hamle Şemdinli’de akamete uğratıldı ve o dönemden beri de çatışma şiddeti araya kış mevsiminin de girmesiyle düşmeye başladı.
İşte tam bu noktada; bir yandan Türkiye’de yeni anayasa tartışmaları devam ederken, Başbakan Erdoğan Mart sonuna kadar net bir mutabakat sağlanmazsa kendi anayasa taslaklarını sunacaklarını ilan etti ve nitekim de Başkanlık sistemi başta olmak üzere çeşitli unsurları içeren önerilerini meclise sundular. Bu önerilerin özellikle Başkanlık sistemi ile ilgili olan bölümü MHP ve CHP’nin itirazı ile karşılaştı. BDP ise benzer itirazı göstermeyince kamouyunda İmralı Görüşmeleri olarak bilinen, Öcalan ile görüşme maratonu başladı. BDP’den birer ay arayla iki heyet Öcalan’ın hapis cezasını çektiği İmralı adasına gidip, görüşme yaptılar ve ikinci görüşme neticesinde Apo’nun yazdığı iki mektup, BDP milletvekilleri tarafından Kandil’e götürülüp, Murat Karayılan’a teslim edildi.
Yukarıdaki satırlar çerçevesinde de anlaşıldığı gibi terör örgütü ile mücadele, tekrar müzakere aşamasına gelmiş durumda. Başka bir deyişle “Siyasetle müzakere, terör örgütü ile mücadele ederiz,” cümlesi, fiiliyatta terör örgütü ile mücadele de ederiz, müzakere de,” şeklini aldı diye bir değerlendirme yapmak pek yanlış olmaz.
Peki, bütün bunlar gerçekten sağlıklı gelişmelerin habercisi mi yoksa ulus devlet ve milliyetçilik anlayışımızda ciddi bir paradigma değişikliği mi söz konusu? Bütün bunlara bu satırlar içerisinde cevap vermeye çalışacağız ama öncelikle Kürt meselesine tarihi bir perspektiften bakarak, değerlendirme yapmaya başlayalım.
1071 yılında Malazgirt Zaferi ile Türklerin Anadolu’ya girişi, bu seferler esnasında bölgedeki Kürt aşiretlerinin yardımcı olmasıyla başlayan Türk- Kürt ilişkisi; Yavuz Sultan Selim döneminde İran Şahı İsmail’in Anadolu coğrafyasında uyguladığı mezhep politikasını engellemek amacıyla İdris-i Bitlisi’nin yardımıyla yine Kürt aşiretlerinin desteğini arkasına alarak sağlamlaştırdığı bu diyalog; bilinenin aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra uygulanan politikalarla değil, Osmanlı’nın son zamanlarında ortaya çıkan milliyetçilik ve merkezileşme hareketleri ile çözülmeye başlamıştı. Tarihteki 29 ayaklanmanın 8’i cumhuriyet kurulmadan önce olduğunu bu noktada hatırlatmakta fayda var. İlk ayaklanma 1806 tarihliydi ve II. Mahmut’un merkezileşme politikalarına karşı yapılmıştı. Merkezi otoritenin merkezileşme politikalarına karşı Kürt aşiretlerinin daha doğrusu aşiret liderlerinin kendi ağırlık ve güçlerini muhafaza etme isteğini yansıtan bu isyanlar, Osmanlı’nın son dönemleri ve 1850’lerden sonra milli bir karaktere bürünmüş, son dönemlerde ise bağımsız bir devlet kurma talebine doğru yönelmişti. Bu ayaklanmaların detaylarına; aşiret ilişkilerine girmeyeceğiz ancak şunu söylemek gerekirse bir şekilde etnik ya da kültürel olarak kendi farkında olan bir topluluğun bunun doğal sonucu olarak siyasi talep peşinde koşması olarak değerlendirebiliriz.
Bilindiği gibi Osmanlı’nın dağılma sürecinin başlamasıyla imparatorluk topraklarında yaşayan çeşitli etnik topluluklar bir bir bağımsızlığını ilan etmeye başlamışlardı. Osmanlı’yı oluşturan ve bağımsızlık peşinde koşan topluluklar içerisinde Kürtler de vardı. Ancak aynı emele sahip olan Ermeniler gibi onlar da bu mücadelede başarısız kaldılar. Sevr Antlaşması ile verilen ve daha sonra istenirse bağımsızlığa dönüşebilecek özerklik hakları, düşman işgali karşısında başarısız olan Osmanlı Devleti’ne rağmen Ankara’da kurulan hükümetin bu antlaşmayı tanımaması, aynı hükümetin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasını müteakip yaptığı Lozan Antlaşması’nın sadece gayri Müslim topluluklara azınlık statüsü vermesiyle Kürtlerin farklı bir statüye erişme imkânları da ortadan kalkmış oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin prensip olarak ulus devlet ve laik devlet prensiplerini kabul etmesiyle de Kürtlerin hukuki olarak ayrı bir etnik grup olarak tanınmasına yol açabilecek herhangi cevaz ortadan kaldırılmış oldu. Her ne kadar Mustafa Kemal Paşa’nın 1. meclis döneminde Kürtlerin siyasi taleplerine sempatik yaklaşan değerlendirme ve yorumları olmuş olsa da bunlara, Kurtuluş Savaşı sırasında toplumda birliği ve bütünlüğü sağlamaya yönelik bir siyasi strateji gözüyle bakmak lazım. Ülkeyi düşman işgalinden kurtarmaya çalışırken bir yandan da Koçgiri gibi Kürt ayaklanmalarıyla uğraştığımızı o günlere dair bir not olarak akılda tutmak pek yanlış olmaz.
1984 yılındaki ilk eylemlerle başlayan PKK terörü ise Kürt sorununun geldiği son aşamayı temsil etmektedir. Marksist Leninist bir örgüt olarak ortaya çıkan bu yapılanma aslında 80 öncesindeki devrimci sol hareketin etnik ve bölgesel temele dayalı mikrolaştırılmış şeklidir.
Farklı etnik toplulukları bir ulus altında toplamayı amaçlayan uluslaşma süreci ve bunun doğal sonucu olan ulus devlet, etnik aidiyeti güçlü olan gruplar tarafından benimsenmesi zor bir kavramdır. Bu süreçte çatışmaların olması kaçınılmazdır. Bu çatışmalar bazen aşiret ayaklanması düzeyinde bazen de belirli bir ideolojik amaç doğrusunda ve içinde terörü de barındıracak şekilde örgütlenmiş bir yapı olarak karşımıza çıkabilir.
Etnik aidiyet duygusu olan topluluklar veya topyekün bu duyguya sahip olmasalar bile milliyetçilik kavramını yönlendiren elit grupların mevcudiyeti bu sorunu daha şiddetlendirmektedir.
Demokrasiyle yönetilen rejimlerde ülkeyi oluşturan halkın çeşitli talepleri olması ve bu talepleri demokratik bir platformda seslendirmesi gerekmektedir. Ancak bu seslendirme ister istemez egemenlik mücadelesi kavramı ile karşılaşmak zorundadır. Bu seslendirmelere teröre başvurulmadığı sürece izin verilmesi demokrasinin gereğidir ama egemenlik mücadelesi boyutuna taşındığında da Türk devletinin ve onun egemen olduğu topraklardaki Türk Milleti’nin de bu egemenliği paylaşmaya niyetli olmaması da son derece doğaldır. Farklılıkların ifadesinin iki ayrı millet şeklinde tezahürü hiçbir ulus devletin kabul edebileceği bir şey değildir çünkü. Temel sorun da buradan kaynaklanmaktadır. Bu ülkede bir değil birden fazla millet olabilir mi? Olursa ne olur? Cevap basit. Beraber yaşama iradesi ortadan kalkar ya da en azından ileride ayrılmanın potansiyelini oluşturur. İnsanların kendilerini Kürt diye tanımlamaları sorun değildir. Ama kendisini Kürt diye tanımlayanın diğerine Türk demesi sorundur. Üst kimliğin inkârı, onun etnik kimlik haline dönüştürülmesi anlamına gelir. Tabii buradaki üst kimlik tabiri üstün kimlik anlamında kullanılmamakta daha çok bir tür şemsiye işlevi görmektedir. Basit bir sosyolojik gerçektir. Uluslaşmış topluluklar artık etnik grup olarak adlandırılmaz. Türkiye'de yapılmış birçok araştırmada etnik olarak kendini Türk olarak tanımlayanların oranı yüzde 80- 85 arasında çıkmakta, etnik olarak Türk olmadıklarını beyan ettikleri halde kendini Türk olarak sayanlarla bu oran yüzde 95'e kadar çıkmaktadır. Yılmaz Esmer'in yaptığı değerler araştırmasında da kendisinin Türk olmadığını söyleyenlerin oranı yüzde altıydı. Bu aşağı yukarı BDP'nin aldığı oy oranına tekabül ediyor. (2011 Haziran seçimleri % 5.8) Yani yüzde 94'ü ben Türküm demektedir. Tabii bunlar araştırma. Türkiye de bu anlamda yapılmış bir nüfus sayımı yok ama yine de bir karine teşkil eder. Dolayısıyla baskın bir çoğunluk Türküm diyorsa o topluluk hem uluslaşmış hem de üst kimlik niteliğini kazanmış demektir. Birileri bunu kabul etmeyebilir tabii. Kabul etmek zorunda değil, ayrıca gerek de yok. Neticede bunlar siyasi ve vatandaşlık tanımında hukuki kavramlardır ve yeri de anayasadır. Anayasada vatandaşlığın ve Türklüğün tanımı bellidir. İsterse herkes ona karşı çıksın değişmediği sürece burada yaşayan milletin adı Türk milletidir, vatandaş da Türk vatandaşıdır. Dili de Türkçedir. Fransa vatandaşı nasıl Fransızsa, Türk vatandaşı da Türk’tür. Sadece ulusal mevzuat değil, uluslararası mevzuat gereği de böyledir. Adam istediği kadar bağırsın ben Türk değilim diye pasaportunda Türkiye'yi gören yabancı polis için o Türk’tür. Hangi kökenden gelirse gelsin Türk başbakanın altında Turkish prime minister yazması gibi. Bu işin terminolojisi böyle. Hatta Avrupa bu konuda bizden de ileridir. Bizde uyruk bölümünde T.C. yazar, onların nationality bölümünde doğrudan milletin adı yazar; french, Italian vs. Yabancı dilde form doldururken TC mi yazıyorsunuz yoksa Turkish mi? Maazallah Türkiye'de ona da Türk yazsak iyice kıyamet kopacak herhalde. Zaten o yüzden anayasa üzerine bu kadar tartışma yapılıyor. Diyelim değişti, burada yaşayan halka ne denecek Türkiyeli. Peki Türkiye ne? 12. Yüzyıldan beri Avrupalıların, Türklerin yaşadığı ülke anlamında kullandığı bir yer adı. Dolayısıyla Türk değilim ama Türkiye'liyim demek Türklerin ülkesinde köleyim anlamına gelmeyecek mi? Ülke adını da değiştirelim o zaman. Niye? Azınlıktaki bir kaç aklı evveli memnun etmek için. Farklılıkların kendini daha iyi ifade ettiği bir ulus devlete hiç birimiz karşı değiliz. Ama üst yapı olan ulus devlet ve birleştirici unsurlar kaybolursa ona farklılık değil ayrışma denir ve bu ayrışmanın taraftarı olanlar da dahil olmak üzere hepimiz zarar görürüz. Ulus devlet bir etnik farklılığın diğerine egemen olduğu bir devlet değildir. Tüm farklılıkların bir üst kimlik şemsiyesi altında yaşamasıdır. O üst kimlik de millettir. O üst kimliğin de öyle ya da böyle bir adı olmalı. Sanırım Türk Milleti kavramı da yukarıda ifade ettiğim açıklamalar çerçevesinde bu üst kimlik sıfatını hak ediyor. İtiraz edenler varsa anayasayı değiştirmeleri gerekmektedir ki zaten sorun sonunda o bağlamda tartışılmaya başlanmıştır. Son geldiğimiz müzakere aşamasını da bu çerçevede değerlendirmekte fayda var. AKP’nin anayasa değişikliği talebi bir şekilde başkanlık sistemi isteğine dayanmakta ve CHP ve MHP tarafından kabul edilmemektedir. BDP biraz bu konuda daha anlaşmaya yakın gözükmektedir ama onların da Anayasadaki vatandaşlık tanımının da değiştirilmesi dahil olmak üzere çeşitli anayasal talepleri mevcuttur. Peki, AKP buna evet diyecek midir? Dese ve referandum eşiğini aşacak şekilde parlamentodan geçse bile halk oylamasında BDP- AKP pazarlığına dayalı bir değişikliğin kabul edilme şansı nedir? Yoksa bu, özellikle MHP’yi yani Türk milliyetçiliğinin anayasal teminatlarından yoksun bırakılmasına en fazla tepki gösteren bir partiyi kendi tarafına çekmek için yaptığı bir blöf mü? Bilemeyiz. Bunların hepsi mümkün zira. Erdoğan’ın Kürt meselesine bakışı, kısmen Özal anlayışını dışarıda tutarsak eski iktidarlardan farklı olduğunu kabul etmek lazım. Zaten şimdiki müzakere sürecini tetikleyen unsurlardan biri de bu. O yüzden daha rahat hareket ediyor ve zihninde bir takım engeller yok ama yine o noktada da başkanlık sistemi hedefi öncelikli olmak üzere bölgesel konjonktürün etkisini de içine katan bir sürecin bu yaklaşımda daha etkili olması da kuvvetle muhtemel. Büyükşehir yasası ile zaten kendi elinde olan büyükşehirlerin etkisini artırdı, başkanlık sistemi ile de kendi gücünü daha da konsolide edecektir. AKP'nin anayasa teklifi olarak sunduğu sistemin bildiğimiz başkanlık sistemi ile alakası olmadığını, Rousseau'cu bir kuvvetler birliği anlayışına daha yatkın olduğunu hesaba kattığımızda, Kürt meselesinin köprüyü geçene kadar muamelesi görmesi de kuvvetle muhtemel.
Sorunların demokratik bir düzlemde ve demokratik hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde çözülmesi gerektiği için terör örgütü ile görüşmeyi demokratik hukuk devletinin hiç bir tarafına koyamayız. Demokrasiden bahsediyorsak eğer demokratik hukuk devletinin yapması gereken suçluyu yakalamak, yargılamak ve mahkûm etmektir. Eğer müzakere varsa ve teklif devletten geliyorsa ben seni yenemedim başarısız olduğumu kabul ediyorum demektir. AKP’nin iktidarı devraldığı 2002 yılıyla günümüzü kıyasladığımızda kimin başarısız olduğu da aşikar. Demokratik dünyadan IRA ve ETA örnekleri veriliyor ama İngiltere'nin IRA ile değil Sinn Fein ile görüştüğünü, İspanyol hükümetinin ise ETA zayıfladıktan ve silah bırakmayı kabul ettikten sonra müzakerelere başladığını da hatırdan çıkarmamakta fayda var. Biz doğrudan PKK ile görüşüyoruz, üstelik sadece silah bırakmayı değil, anayasal konuları da görüşüyoruz ve henüz PKK silah bırakmayı kabul etmiş filan da değil. Yani hiç bir tarafı benzemiyor. Bu aralar bir de G. Afrika karşılaştırması çıktı ki o hepten sakil. Orada Apartheid rejimi vardı. Irkçılığa karşı mücadele edenlerle, pozitif ayrımcılık isteyen mikro milliyetçileri karşılaştırmak pek mümkün değil. Orada sen bizden değilsin diyenlere karşı bir mücadele vardı, burada hayır sen bizdensin diyenlere karşı bir mücadele var. Türkiye bir G. Afrika olmadığı için dolayısıyla Apo da Mandela olamaz. Haklarını savunduğu iddia edilen kişiler de dâhil olmak üzere sivil insanların çocuk, genç yaşlı demeden katlinden sorumlu olarak mahkûmiyet kazanmış birine Mandela muamelesi çekmek de herhalde bize özgü bir durum olsa gerek.
Diğer bir karşılaştırma düzlemi olan Filistin sorunu ve FKÖ ile yapılan karşılaştırma da sorunludur. İsrail'in işgal ettiği Filistin topraklarındaki direnişi PKK ile kıyaslamak da teorik olarak mümkün değil. Adı üstünde işgal altında. Ama bizim topraklarımız Lozan Antlaşması ile kabul edilmiş topraklar ve dolayısıyla uluslararası hukuka uygun yani işgal toprağı değil.
Kürt meselesi nitelik itibariyle Bulgaristan'daki Türklerin mücadelesi ile karşılaştırılabilir. Ama orada da hem Neuilly Antlaşmasından hem de daha sonra Bulgaristanla yapılan ve Lozan'a atıfta bulunulan Dostluk anlaşmasından kaynaklanan haklar sözkonusu. Üstelik HÖH'ün hiç silaha başvurmadığını da unutmayalım.[1]
PKK’nın gerçekten silahsızlanacağı da bu konjonktürde çok kesin değil. Bölgesel durum özellikle Suriye'yi de hesaba katarsak o kadar aleyhlerine değil. Esad rejiminin yaptığı katliam ve getirdiği istikrarsızlık en çok PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’ye yaradı ve Suriye’nin kuzeyinde kendi egemenliklerini rahatlıkla kurabilecekleri bir yapı oluştu. Kuzey Irak ise Öcalan yakalandıktan sonra iyice yuvalandıkları ve ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra çok rahat hareket alanı buldukları bir yer haline geldi. Yürüttükleri gayri nizami harp için mükemmel bir cephe gerisi durumunda. Türkiye’de Saddam döneminde olduğu gibi rahatça girip çıkamadığı için güvenlikte sayılırlar. Üstelik orada resmen bir Kürt oluşumu da var ve onlara ses çıkarmıyor. Türkiye’nin Kuzey Irak ile son zamanlarda geliştirdiği iyi ilişkilerin PKK’yı hedefinden uzaklaştıracak, Kuzey Irak yönetimini de PKK’ya engel olmasını sağlayacak bir gücü yok. Hem PKK’nın silahı bırakıp, siyasete girme riskini alacağı da şüpheli. BDP aracılığı ile siyaset yapıyorlar zaten. Silahlı örgütü tatmin edecek iki şey var. Biri operasyonların bitmesi ve mahkûmiyetlerin ortadan kaldırılması diğeri bölgede egemenlik kuracak gücü elde etmeleri. Bu egemenliğin anlamı da belli: Bölgeyi komünlere ve cemahiriyelere bölüp, bunların aracılığı ile temsilci seçmek ve yine o temsilcilerin rızasıyla merkezi devletin parlamentosuna vekil göndermek. Yani Öcalan’ın yıllardır terennüm ettiği kavramların Stalinist bir yorumla seslendirilmesinden başka bir şey değil. TC. de mümkün değil o kadar taviz veremez. İktidar, biraz da Apo'nun kendini kurtarma gayretini hesaba katıp onun üzerinden bir şeyler deniyor gibi gözüküyor. Biraz da Aponun kısmen kültleşmiş karakterinden faydalanmak istiyorlar. Milliyet Gazetesi’nden Kadri Gürsel'in deyişiyle devletin elindeki bu anlamdaki tek reel aktör o çünkü. Apo kendini kurtarma derdine düşmüş ama PKK ile aynı düzlemde mi bu da çok net cevap verilebilecek bir husus değil. Karayılan, APO hapisteyken kendini daha güvenli hissediyordur muhtemelen. Neticede örgüte hâkim olmayı APO ile paylaşmak istemeyebilir. Bu, siyaseten son derece normal. APO'nun serbest kalması onun işine gelmez. Tabii bütün bunlar kışı rahat geçirmek için de yapılmış manevralar da olabilir PKK tarafında. Önümüzde iki seçim var AKP'yi sıkıştırmak ve terörle tehdit etmek için ideal bir ortam. O yüzden silah bırakma konusunda muhtemelen ayak sürüyeceklerdir. Tabii İran’ı hedef alan ABD- İsrail ittifakının bölgedeki diğer sorunları biraz minimize etmeyi amaçlayarak hem TC hem de PKK üzerinde baskı kurması da bir ihtimal ama aynı ABD’nin Türkiye’yi, Şii Maliki yönetimini kızdıracak şekilde Kuzey Irak ile yakın ilişki içerisine girmesini eleştirdiğini dikkate alırsak İran’a saldırının o kadar merkez bir işlev göreceği pek makul gözükmüyor.
Sorunun esası hak aramanın silahla yapılıyor olması. Silah bir hak arama aracıysa o zaman demokrasiye ne gerek var. Güney Afrika'da zenciler haklarını silah kullanarak almak zorunda kalmış olabilirler çünkü orada demokratik hiç bir kanal yoktu. Tamam biz de demokratik açıdan şahane bir ülke değiliz belki ama kanallarımız da o kadar kapalı değil. Terör örgütünün açık bir destekçisi parlamentoda daha ne olsun. Kürt meselesinde istenen şeyler demokrasi çerçevesinde çözülecek şeyler. BDP ve seçmenleri parlamentoyu ikna etsin istediğini alsın. Herkes çok şey istiyor ama olmadı diye silaha mı sarılınması lazım. Anadilde eğitim mi isteniyor? Getirirsin parlamentoya destek ararsın. Bulursan ne ala. Bulamazsan bekleyeceksin. Demokrasi bir çoğunluk rejimidir ama azınlığın haklarını da korumak ve özellikle temel hak ve hürriyetlere riayet etmek kaydıyla. Anadildeki eğitimi temel hak ve hürriyetler çerçevesinde ele alırsak çoğunluğun bu talebi reddetmesi demokratik açıdan sorunlu bir durum yaratabilir ama bu eğitim türü temel bir hak mıdır? Bir hakkın temel bir hak olabilmesi için uluslararası sözleşmelerde, anayasalarda ve karşılıklı yapılan anlaşmalarda açıkça bahsediliyor olması lazım. Anadilde eğitimin temel bir hak olduğuna dair herhangi bir hukuki metin mevcut değildir. Ülke içinde konuşulan yerel ya da azınlık dillerine serbesti tanıma çerçevesinde hazırlanan en önemli metin 1992 yılında Avrupa Konseyi’nde kabul edilen Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartıdır. O şart da Birleşmiş Milletler Yurttaşlık ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nde yer alan ilkelere ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi’nin ruhuna atıfta bulur ama atıfta bulunduğu hususlar anadilde eğitimi temel bir hak olarak yansıtmamaktadır. Sadece Yurttaşlık ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27 maddesi ülke içindeki etnik veya dilsel azınlıkların kendi dillerini kullanmalarının inkar edilmez bir hak olduğunu söylemekle birlikte bunun doğrudan bir tedrisatı zorunlu kıldığı biraz zorlama bir yorum olmaktadır.[2] Üstelik bu, devletin de vermek zorunda olduğu bir eğitim değildir ve Avrupa Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı da bunu opsiyonlardan biri olarak sunmuştur. Ama anadilde eğitimi Türkiye’de savunanlar bunu devletin vermesi gerektiğini iddia etmektedirler. Muhtemelen bu iddia, özel dershaneler yoluyla Kürtçe eğitiminin fiyasko ile sonuçlanmasından kaynaklanmaktadır. Ama Türk devletinin bu eğitimi verecek altyapısı mevcut değildir. Mevcut okullarına kaynak ayırmakta zorluk çeken devlet niye bir Kürtçe eğitime kaynak ayırsın ki? Ancak yine de bu konu tartışılabilir ancak olup olmaması milli iradenin kararına bağlıdır. Olmayınca silaha başvurmayı gerektirecek bir husus değildir. Üstelik silahlı mücadeleyi meşru kılmanın şöyle bir tehlikesi de var: Geçen haftalarda Sinop ve Samsun'da olan olayları hatırlayalım. BDP'ye yapılan saldırıyı demokrasiye saldırı gibi değerlendirdik ama silahlı bir örgütle masaya oturulduğu bir ortamda insanların şiddete başvurarak tepki göstermesini nasıl eleştireceğiz? Madem silah kullanarak hak aranıyor ben de şiddet göstererek tepkimi gösteririm diyene biz ne diyebiliriz? Silahlı örgütle müzakere demokratik meşruiyeti zedeleyen bir unsurdur. Bu meşruiyet zedelendikten sonra arkasından gelen hareketlerin meşruiyetini sorgulamanın da bir anlamı kalmaz. Kuzey İrlanda'daki IRA terörü Protestanlarla Katolikler arasındaki bir mesele, ETA terörü de Bask da Basklılarla geri kalan İspanyollar arasında bir konudur. Ama Türkiye'de terör Türklerle Kürtler arasında değil, TC devleti ile PKK arasında bir sorundur. Ancak teröre meşruiyet kazandırmak sorunu bir anda Türklerle Kürtler arasında bir meseleye dönüştürebilir. O zaman da hiç birimiz işin içinden çıkamayabiliriz.
Giray ERGİN
[1] Bu konunun detaylarına “Hak ve Özgürlükler Hareketi” başlıklı yazımızdan ulaşabilirsiniz. http://www.bilimar.com/tr/hukumet-ve-siyaset/politika-ve-partiler/102-hak-ve-ozgurlukler-hareketi.html
[2] Bu konunun detaylarına “Kürtçe’nin Seçmeli Ders Olması” başlıklı yazımızdan ulaşabilirsiniz. http://www.bilimar.com/tr/egitim-ve-cocuk-politikalari/egitim-politikasi/100-kurtce-nin-secmeli-ders-olmasi.html