29.08.2013
Suriye’nin merkezi Şam’da geçen Çarşamba günü isyancıların bulunduğu Doğu Guta bölgesine düzenlenen ve kimyasal silah kullanıldığı iddia edilen saldırının ardından başta ABD’nin başını çektiği uluslararası toplum Suriye yönetimine bunun cezasız kalmayacağı mesajını vermeye devam ediyor. Özellikle ABD Başkanı Obama’nın daha önceden yaptığı “kimyasal silah kırmızı çizgimizdir” şeklinde özetlenebilecek açıklamanın gereği olarak bu fiilin yaptırımsız kalmaması fikri gittikçe ağır basıyor.
Suriye’de patlak veren ve zamanla iç savaşa dönüşen krizin, ilk başlarda verilen ihtiyatlı mesajları bir kenara bırakırsak, hemen hemen başından beri Esad ve BAAS karşıtı bir pozisyon alan ve nihayetinde mevcut Suriye rejiminin iş başından uzaklaşmasını hedefleyerek bu pozisyonunu tahkim eden Türkiye ve tabii ki AKP iktidarı gelişmelerin sorunu dış güçlerin müdahalesini hızlandırıcı bir noktaya getirmiş olmasını olumlu bulmakla birlikte, yapılacak bu müdahalenin sadece Esad’ın askeri gücünü zayıflatmakla kalmamasını, Suriye yönetiminin toptan uzaklaşmasını sağlayacak adımların bir an önce atılmasını istemektedir. Krizin başından beri izlediği politikaya bakarsak bu talebinde haklılık payı da yok değil zira yapılacak askeri müdahalenin Esad yönetimini devirme yönü eksik kalınca iç savaşın şiddetinin artacağı ve bundan en çok zararı da Türkiye’nin göreceği muhakkaktır. Türkiye’nin şu ana kadar izlediği politikanın özellikle Müslüman Kardeşler temelli yönünü daha önceki analizlerimizde irdelediğimizden dolayı burada tekrar değerlendirmeyeceğiz ama öyle ya da böyle bu politika uygulandığı ve nihayetinde bu sancılı noktaya gelindiği için olayların gelişimine ve alınacak pozisyonlara bu noktadan sonra bakmakta fayda var.
Peki, Türkiye olaya bu açıdan bakıyor ama batılı devletler ve tabii bölge ülkeleri benzer yaklaşımı paylaşıyorlar mı? Tabii ki hayır. Öncelikle başta ABD olmak üzere uluslararası güçler Esad sonrasını kestirememektedir. Tunus ve Mısır örneğinden sonra bir başka Müslüman Kardeşler yönetiminin iş başına gelmesini istememekte, üstelik devlet otoritesinin zayıflamasından kaynaklanabilecek ortamdan El-Kaide gibi dinci selefi unsurların faydalanmasını ise bir kâbus olarak görmektedirler. Bu nedenle uluslararası vicdanı tatmin edecek ve Suriye yönetiminin silahlı kapasitesini kısmen azaltacak bir müdahale ehven-i şer görünmektedir. Nitekim başta ABD sözcüleri olmak üzere ileri gelen devletler bu yönde mesaj vermektedir.
Rusya ise baştan beri Esad’ın arkasında olmakla birlikte, infial yaratıcı bu saldırı eylemine karşı yapılacak uluslararası müdahalede BM şartı koyma kozunu öne sürmek dışında fazla engelleyici bir tutum takınmayacak izlenimi veriyor. Böyle bir müdahale Cenevre 2 görüşmelerinin başlamasını güçlendirecek bir özellik taşıdığı için muhtemel hareket tarzını o görüşmelere saklamaktadır.
Suriye meselesinin geldiği bu yeni noktada Fransa, Libya olaylarında olduğu gibi yine en önde göze çarpıyor. Ortadoğu’nun şekillendirildiği Sykes –Picot Antlaşmasının taraflarından biri olan Fransa büyük bir devlet olduğu izlenimini verecek hiçbir fırsatı kaçırmayacaktır kuşkusuz. Aynı antlaşmanın diğer bir tarafı olan İngiltere’nin yapmayı düşündüğü gibi. Yine İngiltere’nin ABD ile stratejik ortak olduğunu da bir kenara not edelim. Dolayısıyla bu müdahale ABD, İngiltere ve Fransa üçgeninin liderliğinde yapılacak gibi gözüküyor.
Bölge ülkelerinin en önemlilerinden olan İran’ın tavrında bir değişiklik yok. Sonunda sıranın kendisine geleceği ihtimalinden hareketle Irak merkezi hükümetiyle beraber Esad’ın arkasında durmaya devam ediyor.
Burada dikkat çeken ülke Suudi Arabistan. Mısır’da Mübarek’in devrildiği dönemde Mübarek’in tarafını tutan ve Müslüman Kardeşlere karşı mesafeli ve hatta karşısında olan Suudi Arabistan Suriye krizinde ise muhaliflerin yani Suriye Müslüman Kardeşleri’nin tarafında yer almıştı. Mısır’da 3 Temmuz tarihinde yapılan askeri darbede yine darbeyi destekleyici bir tutum takınarak Suriye meselesiyle çelişkili bir politika sergilediği düşünülen bu ülkenin aslında hedefinin İran’ın Şii politikasının yayılmacılığını engellemek ve yine Müslüman Kardeşler gibi cumhuriyetçi bir İslami akımın etkinliğine set vurmak olduğu bir araya getirilince tablo tamamlanıyor ve çelişkili olma durumu o kadar göze çarpmıyor. Mısır’da askeri darbeyi destekliyor çünkü kendi krallık rejimine tehdit oluşturacağı için Müslüman Kardeşler’in yönetimde olmasını istemiyor. Suriye’de içinde Müslüman Kardeşler’in olduğunu bile bile muhalefeti destekliyor çünkü orada İran’ın en büyük müttefiklerinden Baas rejiminin karşısında durarak olayı Sünni- Şii çekişmesine çekmek istiyor. Diğer körfez ülkeleri de bu politikayı destekliyor. Mısır konusunda başlarda farklı bir politika izleyen ama yumuşak bir müdahaleyle Başbakanını değiştirmek durumunda kaldıktan sonra politikasında değişikliğe giden Katar da bu cepheye dahil. Dolayısıyla Esad sonrası belirsizlikten Müslüman Kardeşlerin avantajlı çıkmasını bu grup da istemiyor.
Yukarıdaki tabloya baktığımızda Esad’ın devrilip de yerine Müslüman Kardeşler’in gelmesini isteyen tek ülke Türkiye gibi gözüküyor ama gidişat ülkemizin isteklerini destekleyici mahiyette değil. Gidişat, total bir Müslüman Kardeşler iktidarı yerine bölünmüş bir Suriye yönünde. Rojava (ki Kürtler bunu Batı Kürdistan anlamında kullanıyor) bölgesinde PYD’nin etkinliğini artırması, buna Esad yönetiminin ses çıkarmaması, bu etkinliğe ülke içinde El- Kaide bağlantılı El- Nusra örgütünün karşı çıkması ve sivil katliamların yaşanmaya başlanması, bu ayrım ve bölünmeyi daha artıracaktır. Batının El- Kaide karşıtı bir pozisyon alacağını tahmin etmek zor değil. Olası bir askeri müdahale, beraberinde Türkiye’nin istediği gibi bir uçuşa yasak bölge oluşumuna neden olursa bu bölge tamamen Suriye merkezi yönetiminin kontrolünden çıkacak ve kuzeydeki yapılanmayı hızlandıracaktır. Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde, 36. Paralelin ötesinde uçuşa yasak bölge ilan edilmesinin en sonunda Irak’ı ne hale getirdiğini bir hatırlayalım ve yazının başlığında sorduğumuz soruya cevap verelim. Suriye nereye? Kürt, Sünni ve Nusayri bölgelerinden oluşacak üç bölgeli bir bölünmeye doğru tam gaz ilerliyor. Tabii ki beraberinde, etnik ve mezhepsel fay hatlarında biriken gerilimin başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine yansımasını da taşıyarak.
Giray ERGİN