Bilimar

Hakkımızda

Bilimsel Araştırmalar ve Stratejik Analizler Merkezi (Bilimar), Türkiye’nin karşılaştığı; siyasi, sosyal, ekonomik Devamı...

HİZMETLERİMİZ

Günlük siyasi ve sosyal gelişmelerin yanı sıra orta ve uzun vadeli yaklaşım gerektiren konularla ilgili kapsamlı Devamı...

VİZYON

Türk bilim hayatına özellikle sosyal bilimler alanında katkıda bulunmak, Türkiye'nin bilimsel çalışmalarda Devamı...

HEDEFLER

1 Haziran 2012 yılında kurulan merkezin ağırlıklı olarak hedefi; uygulanan ya da uygulanması gereken Devamı...

TÜRKİYE’NİN GÜNÜMÜZDEKİ DIŞ POLİTİKASININ ANALİZİ

14.03.2013

Dış Politika Analizinin Kapsamı: Dış politikaya ilişkin olarak üç farklı teorik yaklaşım ve/veya alt disiplinler bulunmaktadır. Bunlar, stratejik değerlendirmeler, tarihsel incelemeler ve dış politika analizidir.

Stratejik değerlendirmeler, bir ülkenin dış politikasının hedeflerine, beklentilerine ve bu beklentilerin hayata geçirilip geçirilmediği konularına odaklanmaktadır. Bu tür değerlendirmelerde, araştırmacı, daha çok karar vericilerinin ülkenin hedeflerini, beklentilerini rasyonel bir şekilde belirleyip belirleyemediğine,  bu hedefleri hayata geçirmek için hangi stratejileri, adımları, davranışları benimsediğine ve bu adımların/davranışların/stratejilerin neticesinde dış politika beklentilerinin hayata geçip geçmediğine odaklanmaktadır. Eğer beklentiler hayata geçmiş ise, dış politika başarılıdır. Aksi durumda başarısız kabul edilmektedir. Eğer dış politika başarısız ise, o zaman gerçekçi hedeflerin, bu hedeflere uygun stratejilerin doğru şekilde belirlenip belirlenmediğine bakmaktadır. Ya uygun stratejileri ya da gerçekçi hedefleri incelemesinde tavsiye etmektedir.

 

Tarihsel değerlendirmeler de, araştırmacı, dış politika olayına, tarihsel süreç içerisinden yani neden-sonuç bağlamında incelemektedir. Dış politikaya neden olan koşullar ve bu koşulların neticesinde ortaya çıkan sonuçlar inceleme konusu yapılmaktadır.

 

Dış Politika Analizi ise, bu iki tür inceleme alanlarından farklıdır. Dış Politika Analizi, temelde üç başlık üzerinde durmaktadır: Kararın kendisi, Karar vericinin kendisi ve karar verme süreci. Kararın, rasyonel bir şekilde alınıp alınmadığına, kararın güç ve operasyonel gerçekliğe uygun olarak belirlenip belirlenmediğine odaklanmaktadır. Aynı zamanda karar vericinin, psikolojik özelliklerine ve karar vericiyi etkileyen sosyolojik unsurlara odaklanılmaktadır. Karar sürecine ilişkin değerlendirmelerde ise, daha çok karar vericiler arasındaki etkileşim, karara varırken izlenen yöntem ve yollar inceleme konusu yapılmaktadır.

 

Mevcut bildiri de, daha çok dış politika analizi alt disiplinine sadık kalarak, genel bir çerçeveden Türk dış politikasının işleyişine ve planlanmasına yönelik olarak değerlendirmelerde bulunacaktır. Herhangi bir dış politikayı veya olayları, örnek olaylar olarak seçilmemiştir. 2002’den bu güne kadar AK Parti iktidarının dış politikaya ilişkin düşünce yapısı ve bu yapıya dayalı olarak izlediği dış politika anlayışları, ilkeleri, araçları, eleştirel bir bakış açısı ile analiz edilecektir.

 

Türk Dış Politikasına Yönelik Görüşler

 

AK Parti hükümeti, dış politikayı planlarken temel olarak, üç farklı ölçüte başvurmaktadır: Coğrafya, Tarih ve Kültür. Mevcut hükümete göre, Türkiye, eşsiz bir coğrafi alanda yer almaktadır ve Afro-Avrasya jeopolitiğinin merkezinde yer almaktadır. Bu coğrafi konumundan ötürü, Türkiye, merkez ülke olarak, dünya siyasetinin şekillendirilmesinde, bölgesel havzaların yeniden yapılandırılmasında aktif rol üstlenmek zorundadır. Tarih ve kültürel mirası da, dış politikada aktif görev üstlenmeyi bir sorumluluk haline getirmektedir. Böylece bölgesel lider olmak durumda olan Türkiye, aktif dış politika gütmek ve bölgesel sorunlara müdahil olmak zorundadır.

 

Bu tür bir dış politika, Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlamaya yardımcı olurken, diğer yandan bölgesel ve küresel sorunlara müdahil olarak düzen kurucu küresel aktör haline gelecektir.

 

Yukarıdaki görüşlerine paralel olarak, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, uluslararası sistemin dönüşümüne yönelik olarak görüşlerde ortaya koymaktadır. Türk karar vericilerinin, 1990 sonrası uluslararası sistemdeki değişim ve dönüşümü görmüş olmaları oldukça rasyonel bir durumdur. Günümüz uluslararası sistemde, Soğuk Savaş dönemine ait düşünce yapısıyla devletlerarası ve daha güncel ifadeyle uluslar ve uluslar-ötesi aktörler arası ilişkileri gerçekçi bir şekilde tanımlamak mümkün değildir. Fakat mevcut yönetim, bu değişimi görmesine rağmen, yukarıdaki aşırı özgüvene dayalı, sadece coğrafi, tarihi ve kültürel faktörleri dikkate alarak oluşturulmuş inanına dayanarak, Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin yapısına ilişkin önerilerde bulunmaktadır. Hatta Davutoğlu, “bu değişimi anladıktan sonra, bu değişimin üstesinden gelebilecek uygun stratejilerin” belirlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu durumda Türkiye’nin vizyoner dış politika gütmesini ve akil ülke olarak, diğer bir ifadeyle üzerine düşen sorumluluklarını yerine ülke olarak, küresel gelişmeleri şekillendiren, evrensel değerleri savunan ve sorunlara barışçıl yöntemler aracılığıyla müdahil olan ülke olması istenmektedir.

 

Fakat Türkiye’nin imkânlarının çok üzerinde hedefler, beklentiler ve vizyonlar ortaya koymanız halinde, bu hedefleri hayata geçirecek stratejileri de belirlemeniz söz konusu olamayacaktır. Çünkü hedefleri hayata geçirecek, kabiliyetlerinizle orantılı stratejiyi kabul edip, uygulamanız söz konusu olması mümkün değildir.

 

Ayrıca Türkiye, kapasitesinin çok üzerinde hedefler ile meşgul olması durumunda, kendisi açısından daha hayati ve ancak daha kısıtlı sorunlar ile yeteri kadar meşgul olması bu sayede engellenmiş olmaktadır. Bir çok sorunla uğraşmak zorunda kalan, dünyanın çok farklı bölgelerinden gelen bilgileri değerlendirmeye, gelişmeleri takip etmeye çalışan diplomatlar ve bürokratlar, kısıtlı zamanlarıyla orantılı olarak hayati konulara daha az zaman ayıracaklar, yeteri kadar dikkatlerini bu sorunlar üzerinde yoğunlaştıramayacaklardır.

 

Davutoğlu’na göre, üç adımda uluslararası sistemin dönüştürülmesi için gayretler ortaya konulmalıdır. Öncelikle Türkiye etrafındaki komşuları ile bölgesel entegrasyon sürecini, karşılıklı işbirliğini, siyasal diyalogu inşa etmelidir. Daha sonra yakın bölge havzaları ile bölgesel entegrasyon süreçlerini tamamlamalıdır. Ardından da üç temel özelliğe sahip, katılımcı anlayışa sahip uluslararası sistem inşa edilmelidir. ABD dışında, Rusya, Çin, AB, Hindistan, Japonya gibi bölgesel liderlerin dahi gütmedikleri bir dış politika anlayışını, orta büyüklükte bir devlet olan Türkiye benimsemiş bulunmaktadır.

 

Davutoğlu’nun konuşmalarına baktığımızda, bu hedeflerin hayata geçirilmesi konusunda benimsenen stratejiler hakkında kapsamlı bilgi edinmek mümkün değildir. Davutoğlu, komşu ülkeler ile sürdürülen ikili ve çok taraflı siyasi diyalogları, ekonomik ilişkilerin gelişmesini, Yüksek İstişare Konseylerinin kurulmasını yeterli görmektedir.

 

Ancak dış politikada kullanılan bu araçların, dış politika hedeflerini hayata geçirilmesi konusunda yetersiz olduğunu görmek mümkündür. Öncelikle Türkiye, “bölgesel entegrasyon” kavramını ortaya atarak, devletler arasında siyasi sınırların anlamsız olduğu, kültürel ve ekonomik sınırların ortadan kalktığı bir süreci, yapıyı öngörmektedir. Bu yapınan ortaya çıkması için yukarıdaki girişimleri yeterli görmektedir. Fakat bu yaklaşım, bir temenni olmanın ötesine geçememektedir. Öncelikle bu tür yaklaşım, bölgesel gerçeklere uygun olarak dile getirilmemektedir.

 

Örneğin, Ortadoğu jeopolitiğinde, devletlerin ortak kültürel, tarihsel ve toplumsal değerleri taşıdıkları ifade edilmektedir. Ancak bu devletlerin dış politika yapım sürecini işleyen unsurları incelediğimiz yazılarda, milliyetçilik, kimlik, din, sosyal değerler gibi kavramların her devlet için aynı anlam içermediğini görmek mümkündür. İran için Fars milliyetçilik, Şiilik en önemli unsurlardır. Tunus kendisini Akdenizli, Kuzey Afrikalı, Ortadoğulu ve Avrupalı olarak tanımlamaktadır.

 

Ortadoğu ülkelerinin milliyetçilik anlayışlarında, Batılıların sömürgeci geçmişleri ve tabii ki Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu özel bir yer tutmaktadır. Her bir Arap toplumu, kendi milliyetçiliklerini, kimliklerini tanımlarken, mutlaka geçmişteki emperyalist yaklaşımlara atıf yapmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin bölgesel lider gibi bir görüntü çizmesi ve özellikle konuşmalarında Osmanlı geçmişine çok sık atıfta bulunması, belki halkın bir kısmı nezdinde olumlu intiba uyandırsa da, bölgenin siyasetçileri ve elitleri arasında benzer etkide bulunmadığını ifade edebiliriz.

 

Aynı şekilde, Orta Asya jeopolitiği konusunda, Türkiye, gerçekçi olmayan varsayımlar, kabuller üzerinden dış politikasını şekillendirmektedir. Öncelikle bölge devletlerinin, uluslaşma ve devletleşme süreçlerini tamamladığını düşünen Türk yetkililer, bölge devletlerinin demokratik yönetişim ve ekonomik kalkınma için yapıları kurumsallaştırma yönünde ciddi adımlar attıklarını, daha fazla katılımcı demokratik rejimler için gayret sarf etmeleri gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca bölgede ortak dil, kültür olduğu yönünde bir görüşte ifade edilmektedir.

 

Bu görüşlere katılmak söz konusu olamaz. Öncelikle bu devletler, halen daha tam işleyen demokratik kurumlara sahip değillerdir ve bu devletlerin rejimleri otoriter rejimler olarak tanımlanmaktadır. Kendi ulusların inşa etme yönünde gayret eden bu devletler, mevcut politikalarıyla ortak dil ve kültür konusunda ayrıştırıcı politikalar gütmektedir. Yani 1990larda daha fazla ortak değerlerin olduğu bu devletler, zaman içerisinde kendi ulusal özelliklerini inşa etmeye ve devlet sistemlerine oturtmaya başlamışlardır.

 

Sonuçta, gerçekçi değerlendirmeler üzerine oturmayan görüşlerine dayanarak benimsenen ilkeleri hayata geçirmek mümkün değildir. Yani Orta doğu, Orta Asya gibi bölgelerde, önce bölgesel entegrasyonu sağlamak, ardından da küresel sistemde etkili aktörler haline gelmek söz konusu değildir.

 

Diğer yandan Davutoğlu’nun benimsediği dış politika araçları da, bu tür dış politika hedeflerinin hayata geçirilmesi için yetersiz kalmaktadır. Siyasi istişareleri, bölgedeki sorunları çözmek için ortaya konulan arabuluculuk girişimlerini, karşılıklı ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini, bu ülkelerde yeni büyükelçiliklerin açılmasını, hedeflerin hayata geçirilmesi için yeterli görmektedir. Fakat bu görüşe katılmak sözkonusu değildir.

 

Öncelikle Türkiye’nin, Orta Asya ülkeleriyle ticari ilişkileri artmıştır. Karşılıklı ticarete baktığımızda, kimisinde Türkiye, dış ticaret fazlası vermekte, kimisinde de açık vermektedir. Yaklaşık toplam ticaret hacmini 24 milyar dolar gibi kabul edersek, yaklaşık 400 milyar dolarlık toplam ticaret içerisinde bu rakam bir anlam ifade etmemektedir. Almanya ve Rusya ile yapılan ticaret, bu rakamın çok üzerinde kalmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin ticaret hacmi, bu ülkelerinde toplam ticaret faaliyetlerinde, çok üst sıralarda olduğunu söylemek mümkün değildir.

 

Diğer yandan bölgesel entegrasyon için Avrupa Birliği örneği verilmektedir. Öncelikle bu bölgelerde, halklar ve devletler arasında ciddi siyasi, etnik, mezhepsel görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Arap Baharı ile birlikte, daha çok uzun süreler Orta Doğu bölgesinde istikrarsızlığın süreceği kabul edilmektedir. Orta Asya’da ise çözüm bekleyen, donmuş halde bulunan çok sayıda çatışma alanları bulunmaktadır.

 

Diğer yandan ekonomik açıdan bu ülkelerin bölge içi ticaretleri, bölge dışı ticaretlerinin rakamsal açıdan gerisinde kalmaktadır. Örneğin, Ortadoğu ülkelerinin büyük bir kısmı, petrol ihraç eden ülkelerdir ve ticaretlerinin yüzde 90’ını bölge-dışı ülkeler ile yapmaktadır. Bu nedenle bölge-içi ticaretin geliştirilmesi, mevcut ekonomik ve sanayi altyapıları düşünüldüğünde mümkün değildir. Orta Asya devletleri, Orta Doğu ülkelerine göre daha iyi konumda olsalar da, yine de Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan gibi ülkelerin en önemli gelir kaynakları, petrol ve doğal gaz rezervleridir. Madenlerde önemli bir yer tutmaktadır.

 

Büyük devletler ile ilişkileri Davutoğlu, çok boyutlu dış politika kavramıyla açıklamaktadır. Türkiye’nin bu devletler ile (ABD, Rusya, Çin, AB) ile birbirlerine rakip olmayan, ancak birbirlerini tamamlayan ilişkiler içerisinde olması gayet normaldir. Günümüz uluslararası sistem içerisinde bir devletin çok sayıda ilişki kurmasına imkân tanınmaktadır. Fakat bu ilişkileri tanımlarken, Davutoğlu, bazı kavramsal hatalar yapmaktadır. Öncelikle Türkiye, ne Çin, ne ABD ne de başka bir ülke ile stratejik ortaklığı bulunmaktadır. ABD, Avrupa Birliği ile yoğun ilişkilerimiz bulunmaktadır. Rusya ile ticari ilişkilerimizi (daha çok aleyhimize olacak şekilde, ağırlıklı olarak doğal gaz ithali üzerine) geliştirdik. ABD ile ilişkileri tanımlarken, Türkiye, şu ifadeleri kullanmaktadır: “ABD ile küresel ağırlığı artan ülke olarak ilişkiler.” ABDli yetkililere göre, Türkiye, küresel bir aktör değildir, küresel politikada ağırlığı bulunmamaktadır. Fakat bölgesel sorunlarda işbirliği yapılacak bölgesel bir aktördür.

 

Ahlaki ilkeler, ulusal çıkarlar ve dış politika açısından, Türk hükümetinin mevcut girişimlerine baktığımızda, bu konuda bir denge siyaseti güttüğü görülmektedir. ABD, İngiltere, Kanada ve diğerler ülkelerin takip ettiği gibi, Türkiye, dış politikasında, kendi girişimlerini meşrulaştırmak amacıyla ahlaki ilkelere vurgu yapmaktadır. Hatta Batılı ülkeleri “insani değil, petrolü merkeze alan dış politika” gütmekle suçlamaktadır. Örneğin, Libya olayında, Türkiye, bir yandan Libya halkının sıkıntılarına ortak olmak istediğini, Batılı emperyalist ülkeler gibi toprak altındaki petrol, doğal gaz kuyularını düşünmediğini aşırı koyu çizgilerle, cümlelerle ifade ederken, diğer yandan çatışmaların bitmesinin hemen ardından Libya hükümetinden üç talepte bulunmuştur: 1. Fizan’daki TPAO’ya ait kuyuların yeniden işletilmesi için TPAO’ya verilmesi, 2. Türk firmalarının alacaklarının ödenmesi ve 3. Türk firmalarının ticari zararlarının karşılanması. Bu da göstermektedir, Davutoğlu’nun da ifade ettiği gibi, Türkiye, rasyonel ve gerçekçi bir şekilde, demokratik değerler ile ulusal çıkarları bağdaştıran dış politika gütmektedir.

 

Türk dış politikasına yönelik olarak diğer bir eleştirel görüş ise şudur. Davutoğlu, aktif ve ön alıcı diplomasi ilkesini benimsemiştir. Bu dış politikaya göre, uluslararası sistemdeki gelişmeleri önceden tahmin eden, öngören Dış İşleri Diplomatları, dinamik ve aktif bir dış politikanın güdülmesi için çaba harcayacaktır. Bu sayede uluslararası ve bölgesel sorunlara yön verici aktör haline gelecektir.

 

Fakat Libya, Suriye, İran’daki gelişmelere baktığımızda, Türkiye’nin bu sorunlara ilişkin öngörülerde bulunamadığını görmekteyiz. Libya’da çatışmaların başlamasından 24 saat öncesi, Türk gazetelerine baktığımda, herhangi bir çatışma riskinden bahsedilmiyordu ve devlet adamları da bu konuda herhangi bir görüş beyan etmiyordu. ABD, Katar, Fransa ve İngiltere gibi ülkeler Libya’ya askeri müdahale konusunu tartışırken, Türkiye o dönemde arabuluculuk önerisinde bulunmaya ve barışçıl yollarla sorunun çözülmesini destekliyordu. Hatta Başbakan Erdoğan, NATO’nun Libya’daki muhtemel rolünü sorguluyordu. Suriye konusunda Türkiye’nin birkaç konuda gerçekçi öngörüde bulunamadığı iddia edilmektedir. Birincisi, ABD’nin gelişmelere müdahale edeceğini öngören Türkiye, ikinci olarak İran’ın Suriye’ye bu kadar kararlı şekilde destek vereceğini düşünememişti. Günümüzde ise, Türkiye’nin, Suriye sorununun akıbeti konusunda “ön alıcı planının, öngörüsünün” olmadığı ifade edilmektedir. Benzer şekilde Türkiye, Suriye sonrası İran’daki muhtemel gelişmelerin akıbeti konusunda herhangi bir somut plana sahip değildir.

 

Türkiye, uluslararası ve bölgesel örgütlerin toplantılarına katılmayı, uluslararası sistemde düzen kurucu aktör olmak için yeterli görmektedir. Fakat Türkiye’nin bu örgütlerin toplantılarında gündemi belirleme ve istediği kararları çıkarma konusunda yeteri kadar gücünün olduğunu düşünmek mümkün değildir. Suriye konusunda “güvenli bölgenin” oluşturulması yönünde bir kararın alınmasını sağlayamayan Türkiye, BM Genel Kurulu’nda sürekli dile getirse dahi Filistin’in bağımsızlığı yönünde diğer üyelerin görüşlerini etkileyememektedir. Arap Ligi toplantılarında, bölgesel gelişmelere yön verecek kararların alınmasında Türkiye'nin etkili olmadığı da görülmektedir.

 

Sonuç olarak, Türk dış politikasının işleyişine yönelik şu eleştirileri de getirebiliriz. Öncelikle Davutoğlu, konuşmalarında, çok uzun dönemleri kapsayan (en az 23 yıl en çok 110 yıl gibi) bir değerlendirmelerde bulunmaktadır. Konuşmalarını dikkatli şekilde analiz ettiğinizde, herhangi bir şekilde bölgeye ilişkin daha özel, daha sahaya yönelik bilgileri edinmek mümkün değildir. Daha çok felsefeci kimliğini ön plana çıkararak, kavramlar üzerinden teorik görüşlerini konuşmalarında tekrarlamaktadır.

 

İkinci olarak, araçlar ile amaçlar arasında ciddi bir uçurum bulunmaktadır. Amaçlar, Türkiye’nin kapasitesinin çok üzerinde olduğundan, kullanılan araçlarda, amaçları hayata geçirmeye yetmemektedir. Davutoğlu, bu noktayı konuşmalarında kabul etmektedir. Ancak araçların üzerinde hedeflerin belirlenmesini yararlı görmektedir. Araçların çok altında hedeflerin belirlenmesini ise, uygun bulmamaktadır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta, araçların, amaçların çok üzerinde bir yerde bulunmasıdır. Bunun da sebebi, Davutoğlu’nun dünyaya veya uluslararası sisteme ilişkin değerlendirmelerinin, operasyonel gerçeklikten uzak, kendi psikolojik dünyasına uygun olduğunu görmekteyiz. Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı’nı bu hedefleri hayata geçirmek için en can alıcı araç, aktör olarak görmektedir. Ancak bir çok altyapısını tamamlayamamış büyükelçiliklerin ve aynı zamanda iş yükünün büyük bir kısmını protokol için ayırmak zorunda kalan elçilik personelinin, “tahayyülleri” hayata geçirmesi imkân dâhilinde görülmemektedir.

 

Zaten Türkiye’de dış politika yapım süreçlerinde kişiler ve kişilerin psikolojik özellikleri belirleyici rol oynamaktadır. Öncelikle Dış İşleri Bakanlığı bünyesinde dış politika planlama ve istihbarat birimleri bulunmaktadır. Ancak bu birimler faaliyet içerisinde değildir. Ayrıca Stratejik Araştırmalar Merkezi, dış politikayı belirlemek, analiz etmek ve yeni fikirler ortaya koymak için kurulmuştur. Ancak günümüzde bu birim, dış politikayı meşrulaştırıcı yayınların ortaya konulduğu bir yer haline gelmiştir. Büyükelçiler Konferansı ile bir istişare mekanizması kurduğunu iddia eden Davutoğlu, aslında diğer Bakanlar ile birlikte, mevcut hükümetin yaklaşımlarını, büyükelçilere aktarmakta, hatırlatmakta ve herhangi bir istişare olmaksızın “yeniden ayar getirme” şeklinde bu toplantıları planlamaktadır.

 

Son olarak, dış politikada aşırı bir özgüven mevcuttur. Bu özgüven, olayları daha gerçekçi şekilde görmemizi, diğer devletler ile daha dengeli ve diplomatik kurallara uygun olarak dış politika gütmemizi engellemektedir. Ayrıca Türk karar vericileri, saldırgan ve diplomatik teamüllere aykırı söylemlerde bulunmaktadır. Bu da iki sonucu ortaya çıkarmaktadır: Birincisi, diğer devletler ile ilişkilerimizi dengeli düzeyde tutmamızı engellemektedir. Suriye’de örneğin Esad’ın görevde kaldığı bir geçiş hükümetiyle Türkiye’nin daha açık ifadeyle mevcut hükümetin ilişki kurması ne kadar mümkün olacaktır? İleride hükümet, anti-Semitist söyleminden ötürü Amerikan Kongresiyle nasıl bir ilişki kurmak zorunda kalacaktır? Hükümetin bu söylemlerde bulunmasının bir sebebi, kendi ideolojik dünyasıysa, diğeri de dış politikadaki gelişmeleri iç siyaset malzemesi haline getirmesi ve bu gelişmelerden kendisine oy toplama arayışı içerisinde bulunmasıdır. Bu da diplomatik teamüllere aykırı bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Prof. Dr. Ertan EFEGİL*

 

*Sakarya Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir.

Yorum göndermek için lütfen giriş yapın.